"Bu şehirden gidiyorum
İnsanlar taş gibi bana yabancı
Ağaçlar bensiz hüküm giyecek bulvarda
Bir tanbur bir yalnızlığı anlatıyorsa
O ışıksız pencereden
Ben onu duymuyor gibiyim
Bir ağaç ölüyorsa kapınızın önünde
Ben onu bile duymuyor gibiyim"
Bir müddet daha gözlerimi yerdeki ahşapta gezdirdikten sonra tepkisini anlayabilmek adına yüzüne baktım. Şaşkın bakışlarını, benimkiyle buluştuktan yaklaşık bir saniye sonra yere indirdi. Mavilerinde öfkeden başka bir duyguya daha evvel rastlamamış olduğumdan herhâl, ben de şaşkındım. Lâkin ne yapabilirdim ki? Öğrenmem gerekiyordu. Bu meselenin daha fazla beni huzursuz etmesini, zihnimi meşgul etmesini istemiyordum.
"Ne sebeple?"
Beklenmedik konuşmasına mı yoksa sorduğu soruya mı şaşıracağımı bilememiştim.
"Ne ne sebeple?"
"Öğrenmek istemenin sebebi nedir?"
Gerçekten bunu mu sorguluyordu? "Nasıl da bilmezsin? Yoksa sen de o fitnecilerden biri misin?" diyerek arkasını kurcalayacağını düşünürken sorduğu soruya hazırlıksız yakalanmıştım.
"Ben..."
Neden istiyordum gerçekten?
Âişe'nin ve Fâtıma Ana'nın hakkımda kötü zanda bulunmaması için mi? Onlardan mı çekiniyordum?
Peki ya onlar?
Onlar ne için hava henüz aydınlanmadan yataklarından kalkıyorlardı da soğuk suyun altına giriyorlardı?
Babam? O da namaz kılardı, hatırlıyordum, fakat her zamanki gibi sisliydi hatıralarım.
Uzaktı bana.
Uzanıyor lâkin yetişemiyordum sanki. Bana da öğretmiş miydi namazı? Bilmiyorum. Çocukluğumdan hatırladığım anılar bir elin parmağını geçmezdi ve bunların arasında namaz yoktu. Kur'an'daki kısa sureleri ben acemice okumaya çalışırken beni sabırla dinlediği bir anı dolaşıyordu şişli zihnimde.
"Sen neden kılıyorsun?"
Bazen, cesaretime hayran kalıyordum.
"وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ "
Dilinden dökülen kelimeler odada süzülüp kapının eşiğinde duran yüreğimde son buluyordu sanki.
"Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."
"Bu?" Kur'an'dan bir kısım okuduğunu elbette anlamıştım, lâkin mantığım benden uzaklaşalı asırlar olmuş gibi hissediyordum.
"Zâriyat Suresi..." dedi, "... 56. ayet."
Boğazımdaki yumru konuşmamam gerektiğini bana bildirince kafamı sallamakla yetindim. Bakışlarım yerdeydi. Sebebini bilmesem de içimden bir ses içeriye girmenin doğru olmayacağını söylüyordu, konuşmanın başından beri kapının önünde öylece dikiliyordum. Zaten o da bunu dert ediniyor gibi gözükmüyordu.
"Sormayacak mısın?"
"Neyi?"
"Neden Fâtıma Ana'dan yahut Âişe'den değil de iki seferdir beni bu evde istemediğini açık bir şekilde belli eden birisinden bunu istediğimi?"
Bir müddet yanıt vermedi.
"Söylemediğine göre, öğrenilmesini istemiyorsun demektir, sormam lüzumsuz olur."
Başımı daha çok eğdim.
Bu, minnettarlığımın bir göstergesiydi aslında. O bilmiyor olsa da.
"Öğretecek misin peki?"
"Hayır."
"Ne?" Başımı kaldırmış öfkeyle harmanlanmış şaşkınlık içerisinde ona bakıyordum, "Ne demek hayır?"
Pencereden uzaklara bakan gözlerini göremiyor olsam da dudaklarından hafif bir tebessüm geçtiğine yemin edebilirdim. Hayal gibiydi, çok kısa sürmüştü.
"Sen öğreneceksin inşallah, lâkin öğreten ben olmayacağım."
"Ama Âişe'ye ya da Fâtıma Ana'ya söyleye-"
"Onlar değil."
Kim?
"Ahsen." derken bakışlarını odaya çevirmişti, lâkin hâlâ bana bakmıyordu. "Ondan rica ederim, seve seve yardımcı olacaktır inşallah."
Ahsen mi, o da kim? Hem neden kendisi öğretmiyordu? Arkadaş olalım, lüzumsuz şeylerde konuşalım demiyordum ki, bu mühim bir konuydu sonuçta. Sormak istediğim çok şey olsa da, tekrar pencereye çevrilen bakışları gitmem gerektiğini söylüyordu.
"Sağolasın." diye fısıldadım, kendimin dahi zor duyduğu bir sesle. Ve oradan ayrıldım. Fâtıma Ana ve Âişe gelene kadar bahçeyi süpürebilirdim. Evde durmak beni geriyordu. Bir şeyler ile oyalanmaya çok ihtiyacım vardı. Zira beynimi kemiren kurdu yavaşlatan tek şey buydu.
Elimdeki süpürgeyi bir o yana bir bu yana sürterken bunun da pek işe yaramadığını anlamıştım. Bir süre sonra pes edip bahçedeki çiçekleri sulamaya başladım. Ağababa hâlâ uyuyordu. Ne kadar zaman harcamıştım orada, emin değilim. Fakat Âişe ve Fâtıma Ana kapıdan girince epey bir vakit geçirdiğimi düşündüm.
Gülümseyerek onları karşılıyordum ki bu fazla uzun sürmedi. Tebessümüm yerini soru soran bir surat ifadesine bırakmıştı çünkü Fâtıma Ana'nın yüzünde sebebini anlayamadığım bir hoşnutsuzluk vardı. Kezâ Aişe de biraz huzursuz gözüküyordu.
"Bir sorun mu var?"
Fâtıma Ana sorumu eliyle geçiştirip içeriye geçti.
"Âişe? Sorun nedir?"
Söylemek ile söylememek arasında gidip geldikten sonra omuzlarını düşürdü. Bu pes ettiği anlamına geliyordu, söyleyecekti.
"Bilirsin işte, elalem konuşuyor, anam da onlara sinirlendi. Hele misafirlikte böyle yakışıksız şeylerin bahsini açmalarını dert etti sanırım. Lâkin bakma sen kimseye, konuşurlar konuşurlar sonra susarlar."
Benimle ne alakası vardı ki?
"Neyden bahsediyorsun Âişe?"
"Anla işte Verdâ, gençsin, güzelsin de maşaallah. Bilirsin, evde nâmahrem olması... Yakışı kalmaz."
"Nâmahrem mi?"
"Sen ve ağabeyim, Verdâ."
Kalbimin hızlanışını içinde bulunduğum anlam karmaşasına yoruyordum.
"Ne- Ne olmuş bana ve ağabeyine?"
Sabırlı bir annenin küçük çocuğunun sorularını yanıtlaması gibi yanıtlıyordu sorularımı.
"Böyle bir vaziyet pek görülür şey değildir, zira olması gereken ağabeyimin bir dostunda kalması idi lâkin biliyorsun, bu mümkün değildir. Zirâ o kimseye yük olmak istemez. Durum böyle olunca, işte şey zannediyorlar..."
"Ne zannediyorlar?"
"Bizim eve gelin geleceğini. Anam da aksini diyemedi, çekindi herhâl." derken o da utançtan kızarmış yüzünü yere indirmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
iflilak: yeryüzünü bulutlar kapladı
Ficción General"Yeryüzünü bulutlar kapladı Verdâ. Bâtılın kara bulutları yüzünden insanlar gözlerinin önündeki hakîkati idrak edemez olmuş." Travmaların, yalnızlığın, geçmişin aydınlığındaki kavrayışın ve şefkat yüklü bir sevginin hikâyesi. "Sevmekten daha zordur...