· 4 : güzaşte ·

165 29 23
                                    

Şairlerin bahsini ettiği gibi sahiden yaralanır mı ruh? 

Kırılır mı kalp, bir vazo misali? 

Gözyaşları içimize akar mı gerçekten? 

Birikir, birikir ve boğar mı bizi en hassas yerimizden?

Bedenin yaraları kabuk bağlar da ya ruhumuzun kanayan yanları? 

Onlara ne olur? 

Oluk oluk akan kırmızılığa hangi bez parçasını bastırmak mümkün?  

Hangi merhemi sürmeli? 

Hangi ilacı yudumlamalı?  

Yıllardır oradan oraya savrulmuştum. Çocukluğumun; ömrümün en parlak seneleri olduğunu düşünürdüm. Babam vardı, yanımdaydı. Yeterdi. Dünyanın en eğlenceli insanıydı o, benim için. Büyüyünce anlamıştım bunun 'benim için' olduğunu. 

Seneler sonra, onun bahsi açıldığında benim yüreğim sızlarken, insanların kaçacak delik arayışında sezmiştim. Buruk bir gülümsemedense, konuyu değiştirmelerinden... Ben onu anlatmak, saatlerce ondan bahsetmek isterken herkes sükût nakışlı hırkalar giyer olmuştu bir gün. 

Hiç unutmam, unutamam. 

Çok yanmıştı canım. 

Sonra ben çay koymak için kalktığımda onun hakkında konuşmuşlardı sessizce. "Aman Verdâ duymasın." diyerek sessizliği sağlamaya çalıştıkları vakit, elimdeki tepsi yere devrilmişti de yanımda bitmişlerdi. Ayaklarıma dökülen kaynar sudan dolayı ağlıyorum sanmışlardı. Ruhumun yangınından bîhaberdi hepsi. Ciğerim yanıyordu da onlar ayağıma sürüyorlardı kremleri. Yüreğim alev almıştı da onlar soğuk suyu ayaklarıma tutuyordu. 

Diyemedim. 

"Benim asıl tam şuram acıyor." diyerek sol yanımı gösteremedim işte. 

Yine içimde yaşadım, tek başıma. 

Ertesi gün gideceğim bir mezarı dahi yoktu babamın. Dertleşeceğim, "Bu insanlar neler diyorlar baba?" deyip bir de ona soracağım bir mezarı yoktu. Belki de beni en çok yıpratan bu olmuştu yıllar içerisinde. Bayram günleri yanına gidip çiçek bırakamayışım... 

Odamın penceresi mezarlığa bakardı. Küçük bir kızken, çenemi mermere yaslayıp bayram sabahları insanları seyrederdim. Babamın öğrettiği birkaç duâyı okurdum, ona ulaşacağını umarak. Zaten şimdi onlar da silinmişti hatırımdan. 

En büyük korkum ise gözlerini unutmaktı. Zira bir onlar kalmıştı aklımda. Gerisi rüya âlemi gibiydi, buzlu bir camın ardında kalmışlardı. 

Yalnızca gözleri... Onlar netti. 

Yere düşen mesir macunuma aldırmadan hızlı adımlarla ilerliyordum. Beynimde dönüp duran soru işaretlerine yanıt verebilecek tek kişinin o amca olduğuna dair olan hislerim koşmamı söylüyordu. Onu bir kez daha gözden kaybetmeden yanına ulaşmalıydım. Neler olduğunu bilmeye ihtiyacım vardı, yoksa aklımı kaybettiğimi düşünmeye başlayacaktım. 

Yanına vardığımda nefes nefese kalmıştım. Ellerimi dizlerime koyup bir müddet dinlendim. Sonrasında doğrulup yüzüne baktım. Ona hiç bu kadar yakın olmamıştım. İlk defa yüzünün ayrıntılarını görebiliyor olmama rağmen o kadar tanıdıktı ki, bu his içimde soğuk rüzgarlar estirdi.

Bakışları... Boştu. 

Bakıyor fakat görmüyor gibiydi. Oysa az evvel tam da gözlerimin içine baktığına yemin edebilirdim. Ben anlamsızca onu süzerken bir kız çocuğu gelip onun elini tuttu. 

"Gidebiliriz ağababa. Mehmet Ağa'ya sordum lâkin anamın istedikleri hâlâ gelmemiş." dedi tatlı sesiyle. 

Beni görünce durdu ve baştan aşağı süzdü. Masmavi gözlerinin irileşmesiyle ben de kendi üstüme bakma gereği hissettim. Üzerim hâlâ ıslaktı. O sebeple mi böylesine şaşkınlıkla süzmüştü beni acaba?

"Estağfirullah." diye mırıldanınca istemeden de olsa kıkırdadım. Büyümüş de küçülmüş dedikleri bu olsa gerek diye düşündüm.

Boştaki eliyle ona yaklaşmamı işaret etti. Dizlerimi büküp onun boyuna inince kulağıma yaklaştı. James Bond yanında halt etmiş diye düşünmeden edemedim, gizemli tavırları insanı güldürüyordu.

"Hanımım, fistanın nerededir?" diye sordu utangaç bir tavırla. 

"Fistan mı?" diyerek boş boş yüzüne baktım. 

"He ya! Ayıptır, bu vaziyetinizi anam bir görse..." dedi ve eliyle ağzını kapattı. Mahalledeki dertli teyzeler gibiydi hareketleri. 

Sonra bir anda anlamış gibi elini ağzına götürdü. 

"Yoksa maddiyâttan ötürü müdür bu hâliniz?" 

Yine boş bakışlarla kafamı salladım. Onu anlamadığımı belirtmek içindi bu fakat o bunu yanlış yorumlamış olacak ki boştaki eliyle benim elimi tutup beni daha doğrusu bizi çekiştirmeye başladı. O zaman anladım, yanımızdaki amcanın gözlerinin görmediğini. Boş bakışların sebebi buydu. Küçük kız onun yol göstericisiydi. 

Bu amcayla konuşmam şarttı. 

Küçük kızın kulağına eğildim. Bir yandan yanımızda yürüyen amcayı süzüyordum.

"Deden mi?" 

Bakışlarımı takip edince kimi kastettiğimi anlamış olacak ki hemen bana döndü. Başını evet anlamında salladı. Ben başka bir şey soramadan bir yerde durduk. Ellerimizi bırakıp bir yere ayrılmamamızı tembihleyip bir dükkandan içeri girdi küçük kız. 

Tam etrafı seyre dalıyordum ki irkildim.

"Sabır..." dedi kendi kendine konuşur gibi.

Fakat ben daha fazla dayanamayıp hemen konuya girdim.

"Sen... Dün gece sendin değil mi?" 

Boş bakışlarını yerden kaldırmadan gülümsedi. Sakalları dikkatimi çekti, balık tuttuğu vakit bu kadar beyazlamışlar mıydı? Belki de gecenin karanlığında fark edememiştim. 

Cevap vermedi. Yalnızca gülümsüyordu.

"Senin olduğunu biliyorum. Neresi burası? Film seti gibi..."

"Sabır... kızım. Sabır... Zira sabır, ruhunun merhemini sana sunacaktır." derken gülümsemesi genişledi. 

Kimdi bu adam? Nereden biliyordu ruhumun yaraları olduğunu? Sürekli sabırdan bahsetmesi sinirimi bozuyor ve beni sabırsızlığa daha çok iteliyordu da haberi yoktu.

"Sabır yalnızca bir şeyi bekleyenler içindir amca! Benim beklediğim hiçbir şey kalmadı. Gelecekten bir beklentim yok ki sabır göstereyim." 

Sesim hafif yükselmişti. Birkaç kişinin yoldan geçerken bana garip garip baktığını görünce damarlarımdan yükselen öfkeyi hisseder olmuştum.

"Ne bakıyorsunuz ya?! Neye bakıp duruyorsunuz sürekli? Yetmedi mi süzdüğünüz!" 

İnsan içinde ağlamaktan nefret ederdim. İçimde yükselen hıçkırıkları bastırmaya çalışınca hepsi boğazımda birikip bir yumru halini aldı. Günlerin yorgunluğu binmişti sanki sırtıma. Tüm vicdan sızılarım yetmezmiş gibi şimdi bir de kendimi gizemli bir oyunun ortasında bulmuştum. Anlamsızlıklar denizinde boğuluyordum ve bunu seyreden tek kişi de bana sabretmem gerektiğini tekrar edip duruyordu. Neredeydim? Ne olmuştu? Bu garip giyimli insanlar, garip mekânlar da neyin nesiydi? Küçümseyen bakışları insanı sahiden yoruyordu.

"Sabret evlât... Buradan ayrılacağın vakit geldiğinde, ruhunun şifâsını da bulacaksın biiznillah."

Tebessümü yüzünden silinmemiş olan amcaya baktım.

"Buradan?" diye sordum, cevap vermesini umarak. 

Bir müddet sustu. 

Hiç yanıtlamayacak diye düşünmeye başlamıştım ki beni yine şaşırttı. 

"Buradan, Osmanlı'dan."

iflilak: yeryüzünü bulutlar kapladıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin