· 15 : cüretkâr ·

148 27 19
                                    

"Son kuşlarımdı bunlar, dedim telef olmasın
Geçti artık göğsümde kuş barınmaz anladım"

Birkaç gün geçmişti. 

Hep birlikte yer sofrasında Fâtıma Ana'nın yaptığı çorbayı tahta kaşıklarla yudumluyorduk. Dalgındım. Zihnim bir fırtınadan kurtulmuş gibi dingindi. Lâkin bu berraklık daha çok canımı yakıyordu.

"Âişe'm, hayde götür ağabeyine şunu, şifâ olsun."

Âişe ayaklanmıştı fakat bir yandan da somurtuyordu.

"İçeceğini hiç sanmam ki ana, bilmez misin? Neden hâlâ diretirsin?"

Fâtıma Ana'nın gözleri yaşlıydı, yüzündeki buruk gülümseme hüznünü gizlemesi için yeterli değildi.

"Ne edeyim be guzum, de hele, ne edeyim? Söylenme de götürüver."

Omuzları düşmüş, çaresizce çırpınan bir anne vardı karşımda. Hepimiz yemeği kesmiş Fâtıma Ana'ya bakıyorduk. Gözlerinden süzülen yaşlar yüreğime damlıyordu sanki...

"Ben götüreyim, ver Âişe."

Âişe de, Fâtıma Ana da şaşkın gözlerini bana çevirdi, yine. Fakat bu sefer ki şaşkınlıkları daha bir farklıydı hâliyle.

"Öyle bakmayın, alt tarafı yemek götüreceğim."

"Yok yavrum ondan değil de... Hani geçen sefer..."

"Bu sefer öyle bir şeye müsaade etmem, merak etmeyesin Fâtıma Ana."

"Emin misin Verdâ?"

Bu sefer konuşan Âişe'ydi.

Gülümsedim.

"Eminim, hem... Söylemem gereken şeyler var."

Fâtıma Ana'nın gözlerinden geçen anlık parıldamaya aldırmadan ayaklandım. Muhtemelen içinde bir umut doğmasına sebep olmuştu bu sözlerim ve bu yüzden izin vermişti benim götürmeme. Suçluluk hissetmemek elde değildi. Başımdaki örtüyü düzeltip arka odaya doğru yürümeye başladım. Gidene kadar dudaklarım yok olacaklardı sanırım, onları ısırıp duruyordum.

Kapının önüne gelince bir elimle çorbayı tutup diğer elimle kapının kenarını tıklattım. Bu tarafa bakmadı. Dışarıya bakmaya devam ediyordu, her zaman yaptığı gibi.

Odaya girdim. Kapı açıktı, içeriden Âişe'nin ve Fâtıma Ana'nın sesleri geliyordu. Acaba neler geçiyordu zihinlerinden?

Çorbayı bir kenara bırakıp ayak ucundaki tabureye oturup eteğimi düzelttim. Geldiğimi fark etmemiş olmasının imkanı yoktu, aynı ruhsuz hâlini sürdürüyordu yalnızca. Nereden geldiğini anlayamadığım bir cesaretle ona bakıyordum. İçim huzursuzdu, bunu yanlış olduğunu bağırıyordu kulaklarıma lâkin onu dinlemedim.

Gözlerimin derinlerine baksa, içimde kopmuş olan fırtınanın izlerine rastlardı belki.

Ama bakmadı.

Bir kez başını çevirip baksa, üzerimdeki bu dinginliğin evvelini hayal edebilirdi belki de.

Ama ne başını çevirdi, ne de bakışları bir milim oynadı.

"Ne yapmam gerekiyor?"

Bunu neden ona soruyordum bilmiyordum lâkin onda bir şey vardı. Sanki yıllardır aradığım bütün soruların yanıtlarını barındırıyordu kelimeleri. Sanki aradığım hazinenin anahtarını taşıyordu yüreğinde. O gün, o gece; dalgaların beni çağırışı gibiydi bu his. Bu sefer kendimi nerede bulacaktım?

Ona söylemişlerdi, değil mi? Bahsi geçen dedikoduları biliyor olmalıydı. Ve bu çıkmazdan nasıl çıkacağımı da öğretmeliydi bana.

"Saçmalamayı kes." demeliydi mesela, öfkeyle bakan gözlerini de işin içine katarak.

Kırmızı şeritler çekmeliydi, geçen sefer olduğu gibi.

Bir kız ile erkeğin yârânlık ettiği nerede görülmüş, demişti.

Netti.

Yine net olmalıydı.

Bana çıkmaz gözüken bu yolun, yan yollarını öğretmeliydi. Arkamı dönüp gitmem gerekecekse şayet, ilk dönüşü yapacak cesareti toplamam gerekirdi.

Yahut "Bir yolu bulunur." derdi o da Fâtıma Ana gibi.

Ama demedi.

Ve ben her seferinde zihnimdeki düşüncelerle çeliştiğimi fark ettim. Onu tanımıyordum. Hem de hiç...

Sustu.

Bir sükût kaç adet kelime gizleyebilirdi içine? Bir sınırı var mıydı?

"Lütfen-" dedim titreyen sesimle.

"Lütfen bir şey söyler misiniz?" Evvelki konuşmamızda biraz olsun aştığımızı sandığım mesafe gözlerimin önünde duruyordu şimdi.

Gözyaşlarım içime akıyordu bu sefer, ve bu çok daha kötü hissettiriyordu.

"Gidecek yeriniz var mıdır? Kalacak bir eviniz?" dedi boğuk çıkan sesiyle.

Kesik kesik aldığım nefesler boğazımı sıkıyordu sanki.

"Eğer bir tanıdığınız var ise, söyleyin anamlar gitmenize yardımcı olur. Ve meraklanmayasınız yalnız da bırakmazlar, sık sık uğrarlar."

Susmasını istedim. Diyorum ya, sürekli kendimle çelişiyordum. Az önce tek kelime etmesi için adeta yalvaran ben, şimdiyse susmasını istiyordum.

"Ha eğer gidecek kimsem yok benim derseniz, benim de gidecek kimsem yoktur. Anamla Âişe'ye olduğum yetmiyormuş gibi bir başkasına daha yük olamam. Güvenecek insan da ne gezer bu âlemde."

Bunları söylemesini istemiyordum.

Ona öyle çaresizce, susmasını isteyerek bakmıştım ki, bunu anlamışçasına "Konuşmamı istemiştiniz." dedi.

"Bunları söylemenizi istemedim." diyebildim kısık sesimle.

"Size kim olduğunuzu sormayacağım. Burada ne aradığınızı da sormayacağım. Sanmayasınız ki evime gelen herkes aynı muameleyi görür. Ben... Harelerinize gizlenmiş olan öfkeyi, saflığı, arayışı gördüm odama ilk geldiğiniz gün. Anî değişimleriniz fazlasıyla çocuksuydu. İçinde kötü niyet taşıyan birinin sahip olamayacağı bir saflık var yüzünüzde." derken bir an dahi olsa bana bakmamıştı, zorlanıyor gibiydi.

Bana bunları niye söylüyordu?

Anlamsız gözlerle dizlerimin üzerine koyduğum titrek ellerime bakıyordum. Birkaç dakika evvelki cesaretimden eser yoktu.

"Sebebini anlayamıyorum lâkin içimdeki his size yardım etmek istediğimi fısıldıyor. Aradığınızı bulmanız için..."

Stres olduğum zamanlarda yaptığım gibi tırnaklarımı birbirine çarptırarak ses çıkartıyordum.

"Bir şey söylemeyecek misiniz?"

Âh, bakıyor.

İşte şimdi bakıyor.

Bakma.

Sakın bakma Verdâ.

Sus.

Tek kelime etme.

Cevap verme.

Lütfen.

Lütfen dökülmesin ağzından kelimeler.

Kıpırdamasın dudakların.

Bakma ona.

Sakın ola bakma.

"Olur. Olur, bana yardım etmenizi çok isterim." derken gözlerinin mavisinde kaybolmadan birkaç saniye önce kaçırıverdim gözlerimi.

Az kalsın boğuluyordum.

Ben ne yapmıştım böyle?









iflilak: yeryüzünü bulutlar kapladıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin