"Ben Mark. Onların en büyükleriyim." Yerdeki bakışlarını hafifçe kaldırıp ardındaki beş çocuğu göstermişti kumral saçlı küçük suratlı o çocuk. İri gözleri Ten'in gözleriyle kesiştikten sonra karasızlıkla tekrar bana dönmüş minicik bir tebessüm yerleştirmişti yüzüne.
"Sorun yok Mark. Güçlerinle beraber kendini tanıtabilirsin." Köşede oturan Ten konuştuğunda Mark biraz daha rahat bir şekilde gülümsemeye başlamıştı.
"Sıvı nesneleri kontrol edebiliyorum." Gülümsemesi kocaman bir hal aldığında bende gülümsemiştim. Ellerini hafifçe öne uzatmış, hafifçe havada çevirmişti."Sıra bende. Ben Renjun. Işığı kontrol edebiliyorum. Avucumdan ışık çıkarabiliyorum biliyor musun?" Sıktığı ellerini açtığında parlayan ışık gözlerimi almıştı. Ben büyülenmiş gibi onu izlerken diğerlerinden yükselen onaylamaz sesler şaşırmama sebep olmuştu.
"Renjun şunu evin içinde yapmamanı söylemiştik değil mi?" Taeyong eşinin yanına oturmuş konuşurken Renjun hafifçe bir gülümsemeyle ellerini geri kapatmıştı.
"Üzgünüm Bay Taeyong." Köşeye geçtiğinde sabah gördüğüm esmer çocuk yaklaşmıştı.
"Bende Donghyuck. En eğlenceli olanlarıyım inan bana. Ama oyuncaklarımı ve Mark'ı paylaşmayı sevmem haberin olsun." Kollarını Mark'ın boynuna doladığında salonda küçük gülüşmeler koptu.
"Toprağın canı benim. Onu sakinleştirebilir ya da bir doğa faciası yaratabilirim bunun yanında her türlü silahıda kullanabiliyorum. Ama henüz Bay Ten çok fazla dokunmama karşı." Daha sonra işaret parmağıyla köşede birbirleriyle uğraşan iki çocuğu gösterdi.
"Onlar en küçüklerimiz Jisung ve Chenle. Güçlerinin henüz ne olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey Chenle konuşulan tüm dilleri anlayabiliyor ve dili döndüğünce cevap verebiliyor." Küçük çocuklar köşede kendi halinde takılırken istemsizce fazla sevimli olduklarını düşünmüştüm.
"Peki ya benim bir özel gücüm yoksa?" Taeyong hafifçe oturduğu sandalyeden doğrularak öne çıkmıştı.
"Sırtında küçük bir iz var. Bu izi herkes göremez. Ten daha net duyuyor sıradan insanlara göre seni. Bu gücünün olduğu anlamına gelir fakat sen henüz bilmiyorsundur." Bilmiyordum. Doğruydu belki belki değil ancak bir ailem vardı artık. Dizimin dibine yerleşmiş gözlerime sevinçle bakan ebeveynlerim, kırık kolumu parmaklarıyla ince ince ovan kardeşlerim vardı.
Ve ben anlattıklarına inanıyordum artık ne yapayım.
Gözlerim odanın içerisinde dolanmaya başladığında merdivenlerden yeni inen siyah kazaklı çocukla göz göze gelmiştim.
Onu ilk kez görüyordum. Diğer çocukların daha parlak bir enerjisi varken o daha sakin ve daha koyu bir enerjiye sahipti.
"Gelsene Jeno, bizde Jaemin'le tanışıyorduk." Mark'ın onu çağırmasıyla ağır ağır adımları bize dönmüş hemen Bay Ten'in yanıbaşına oturuvermişti.
"Ben Jeno." İçimdeki merak hızla sönerken Bay Ten ellerine sarılmıştı simsiyah çocuğun.
"Bu kadar mı?" Beklentiyle bakışları kalktığında Jeno korkuyla bakıyordu ona. Ellerini iri ellerden kurtarmaya çalışmış ancak başarılı olamamıştı. Hemen dolmuş gözleri kalbimi acıtmıştı.
"Senden uzaklaşmayacaklar Jeno. Sen seçmedin bu gücü. Sorun değil." Taeyong dizlerimin dibinden kalkıp onların yanına gitmişti. Eşinin yanına sıkışırken Jeno'yu dizlerine oturması için çekiştirmişti.
"Bak hiçbiri uzaklaşmadı senden. Jaemin'de uzaklaşmayacak." Jeno'nun gözlerindeki yaşları elleriyle sildiğinde tekrar gülümsemişti.
"Hadi ama Jeno. Jisung bile korkmuyor senden." Hyuck söylediği şeye gülerken Mark tarafından bir fiske yemişti anlına.
"Şakanın sırası değil aptal." Ten ellerini bırakır bırakmaz Jeno burnunu çekmiş bana dönmüştü. Simsiyah gözleriyle gözlerime bakıyordu.
"Benim gücüm karanlık. Ölüm." Pekala bu kesinlikle beklediğim bişey değildi. Salondaki herkes dikkatle bizi izlerken hala beklentiyle beni bekleyen çocuğa bakıyordum.
"İnsanların canlarını mı alıyorsun?" Sorduğum soruyla derin bir nefes çekmiş daha sonra önünde oynadığı ellerine çevirmişti bakışlarını.
"Hissediyorum, ölümü."