our little broken wish.
Ateş o gün revir hemşiresi yanına geldiğinde yarı ölüydü. Hayatımda gördüğüm en berbat görüntülerden biriydi. Kanlar içindeki yüzüne karşı hem içim burkuldu hem de şaşırdım. Birinin dayaktan o denli zarar görebileceğini ilk kez tecrübe etmiştim.
Olayın üstüne okul idaresi sıkıyönetim ilan etti. Çünkü veliler çıldırmıştı. Önce intihar eden kız sonra dayaktan ağzı burnu dağılmış çocuk. Ne yediğimizden ne giydiğimize kadar karışıyorlardı artık.
Öyle ki bundan sonra okulda serbest kıyafet bile yasaktı. Yatağımın üzerinde birkaç saattir aralıksız olarak bakıştığım üniformaları giymemiz gerekiyordu. Müdürümüz bu değişikliği, "Disiplin önemsenmeyen noktalarda gizlidir! En küçük ayrıntının bile artık bizim için önemi var." Diyerek açıklıyor, savunuyordu.
Ben bu kıyafetlerin okulumuzun beyinleri boş, düşüncesiz, kendilerini yirmi birinci yüzyılın acımasızlığına adamış öğrencilerini değiştireceğini sanmıyordum ancak benim düşüncemin pek önemi yoktu.
Giyilecek dedilerse giyilecekti.
Yani benim açımdan bir sorun yoktu. Sorun, her gün ne giyeceğini özenle seçen öğrenciler için vardı. Sonuçta kumaş pantolon, beyaz gömlek ve yaka kısımlarından ince bir çizgi gibi geçen kırmızı detaylı siyah ceket onların moda anlayışlarına uygun değildi. Kendilerini gösterdikleri o görkemli kıyafetler olmadan yapamazlardı.
Tabi moda kuşlarımız dışında ayaklanmış başka kesimler de vardı okulda. Diğer kısıma göre bu özgürlüğümüze bir saygısızlıktı. Okula kaydolmadan önce böyle bir kuralın olup olmadığını bilmeleri haklarıydı! Sonradan dayatılmış emrivaki kurallara uymak zorunda değillerdi falan filan.
Ama dediğim gibi bana göre sadece boş olaydı, onlar kadar asla umrumda değildi. Hatta hiç değildi.
"O kadar kötü değil he?"
Gündüz yüzüme bakmıyordu. Ateş'e onun umursadığını söylemediğim andan itibaren konuşmuyorduk.
"Fazla abartmıyor musun?"
Ateş'in ölümden dönmesinin üstünden üç gün geçmişti ancak konuşmamak konusunda fazlasıyla ısrarcıydı. Aslında bu benim için güzel bir şey olabilirdi tabi geceleri uyumama izin verseydi.
Arafta kalmış bir ruh olmasından mı yoksa birbirimize bir şekilde bağlı olduğumuzdan mı bilinmez Gündüz'ün enerjisi beni çok etkiliyordu. Özellikle geceleri. Yaydığı negatiflik boğucuydu. Korkutucuydu.
"Deseydim ne değişecekti Gündüz?"
Yine konuşmadı ama bu sefer yüzüme baktı. "Onu umursadığını, sevdiğini bilse ne değişecek? Hiçbir şey."
"Benim için ne kadar önemli olduğunu anlamıyorsun değil mi?"
Üç günün ardından kurduğu ilk cümleye mimiksiz suratımla baktım. Turuncu gözleri hemen dolmuştu.
"Anlıyorum ama sad-"
"Boşversene."
Sözümü kesmesine gözlerimi devirip ofladım. En kısa zamanda onun gönlünü almalıydım çünkü daha ne kadar uykusuzluğa dayanabilirdim bilmiyorum.
Tekrar içine kapanan kardeşimle üniformaları hızlıca üzerime geçirip siyah saçlarımı ellemeden salona geçtim.
"Ne çiziyorsun anne?"
Elindeki yaprakları sararmış deftere bir şeyler çizdiği belli olan anneme sorduğum soru hafifçe sıçramasına sebep olmuştu. Burnundan düşmek üzere olan gözlüğünü düzeltti. Nedense paniğe kapılmış gözüküyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
my brother
Teen Fiction"Ancak bu şekilde çözülebilir kardeşim. Birimiz varsak diğeri yok." Homofobik olmayan, herkesin eşit haklara sahip olduğu güzel bir dünyada geçmektedir.