................. TUZAK - 2

414 100 10
                                    


Yerimi bulamadığım hayat döngüsünde, bir ressamın noktasal yapılı kanvasın üstüne dokuduğu en değerli tablosu gibi, asılıp bırakıldığım duvarda unutulmuştum. Gözümün önünü kaplayan renksizlikte ise ufacıktım ama gerçekte, daha fazlası olduğumu biliyordum. Varlığım, bir çivinin ucu kadardı. Küçük, çapsız, dar bir noktaydım. O biçimsiz noktada, amaçlarım ve yaşadıklarımın alakasızlığı savaş veriyordu. Kendi saltanatıma karşı içimde, topyekün bir özgürlük mücadelesi çoktandır vardı ve sırasıyla her parçam, ayrı ayrı bu isyana karışmıştı.

Savaşıma sadık kalamadığımdan varlığımdan sıyrılmıştım ve Emir'in otoritesinin aşikare hiçliğine bulanmıştım. Her şeyden bağımsız o renksiz delikte, tek bir şey varlığını sürdürmeye hak kazanmıştı. Bana aitti ama yokluğum mu, yoksa varlığım mıydı belirsizdi. O belirsizliğin hiçliği süslediği anda, bilincimi yitik sanıyordum ama yokluğun da bir tür varlık olduğunu akıl edebilecek kadar düşünme yetisine sahip olmayı sürdürdüğümü fark ettim.

Yokluk ve varlık, birbirine eşti. Varlık mı yokluğu var etmişti, yoksa yokluk mu varlığı yok kılmıştı bilmiyordum. Hiçliğin bile mevcut olmadığı bir zamanda hangisinin, diğerini yarattığına dair fikir yürütemesem de emin olduğum kanı şuydu ki yokluğun olduğu yerde yok oluşun varlığı vardı, varlığın olduğu yerde ise varoluşun ardındaki yokluk saklıydı.

Yokluğum, benim varlığımdı.

Kendi kendini tanımlayan yokluğun aslında var olduğu gerçeği, sanılanın aksiydi ama doğru olan buydu. Esasen, sanılanlar çürütülmeye hazır varsayımlar değil miydi? Öyleyse insan, inandığının yarın çürüyebileceği ihtimalini düşünüp buna çözüm üretmek varken neden bir kez olsun sorgulamadan elindekinin eksiksizliğini kabul etmeye, daha dünden razı gelirdi?

Cevabını bilmiyordum. Tek noktalık hiçliğim ile silinmeye yüz tutmuş varlığım, o renksiz noktada birbirine sokuldu ve aynı potaya girip döllenmeleri üzerine yeni bir tanıma gebe kaldım. Bir kımıltı hissettim, hemen sonra sancıyla doğuruverdim. Yeni oluşumumun ne olduğunu da bilmiyordum, varlığını kabullenerek adını Zemheri koydum.

Varlığım son buldu. Zemheri, güldü. O gülüşle içimde bir çocuğu daha öldürdü ve ardından o öldürdüğü çocuğu da, daha önceden öldürdüğüm yüzlerce çocuğun aynı yerde yattığı içimdeki mezarlığa gömdü.

Gülüşünü sonlandırırken dudaklarındaki ızdıraba burukluk karıştı. İçi buruktu, bu his öyle iğrenç ve kalıcıydı ki... Hayatta ona hak ettiği şeylerin hiçbirinin sunulmamış olması adaletsizliğin daniskasıydı. O ihtişamlı adaletsizlik, hayatının orta yerinde öyle bir duruyordu ki onun varlığı altında kendi varlığı eziliyordu.

Zemheri'nin varlığı, yokluğumdu.

Ve şans, onun hiçbir zerresine kotlanmamış bir olguydu.

Hayatın tek bir amacı var, o da ölüm. Kaçtığın son, bir gün seni bulacak. O zamana kadar dayan işte, dedi çok bitkin bir ses.

En çok ona hak verdi.

Zemheri büyüdü. Yirmi iki yaşındaki bedenine altmışlarına merdiven dayamış ruhu sığmıyor, dar geliyordu. Muhtemelen yaşına rağmen gözlerinin etrafında kendine yer edinmiş kırışıklıklar da uykusuz gecelerinden değildi. Tüm o deformeler, gecelerden ziyade yaşlı ruhuna uyum sağlamaya çalışan genç bedeninin yorulmuşluğu ve o yorulmuşluğun yansıması, birer dışavurumuydu. Ruhunun izleriydi her biri. İyi olana hayat zordu. Çok zordu.

Zemheri koştu. Sırrını parça parça açığa çıkaran ve elleri arasına büsbütün asla teslim olmayan bir oyunun peşinde kayboldu. O an tek noktalık hiçliğim noktasal olarak büyüdü, gözlerimin önüne kara bir duman gibi yayılıp Zemheri'nin kaybolduğu noktaya varıncaya dek geriledi ve sonra yok oldu.

SOLUKSUZ #OlumculBirOyunHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin