8. Bölüm: ŞİRKET

486 159 75
                                    


Dün gece Emir, beni yurda bıraktıktan hemen sonra yine fütursuzca ortadan kaybolmuştu ve ben onun ardında bıraktığı boşlukta, yeni hayatıma adapte olmaya çalışmaktan yorulmuştum. Ne istediğimi tam olarak bilmiyordum ama birdenbire ne istemediğimi kavramıştım. Fazla hızlı koşup ne olduğundan emin olmadığım şeyleri kovalamaktan, yoğun bir programın arkasına saklanıp gerçeklere kulaklarımı tıkamaktan ve sorunlar yokmuş gibi davranmaktan bıkmıştım.

Türkiye'ye döndüğümden beri babama ilişkin öğrendiklerim her ne kadar güçlü argümanlara dayansa da onları reddetmek zor olmamıştı. Bu ilk bakışta, bir tür kaçış ve beraberinde korkaklık belirtisi gibi görünüyordu ancak aslında öyle değildi. Sorgulama ve arayış içerisindeydim. Son derece kuvvetli sorgulayıcı yönümün odağı ise tıpkı Emir'in gösterdiklerini yansıtan ve beni yolumdan saptıran Fazlı amcanın sözleriydi. Anlattıklarının, yüreğime oturan haber içerikleriyle bütünleştiğini biliyordum; buna karşın annemin soğukkanlılıkla dile getirdiği cümlelerle çeliştiğini fark etmiştim. Babamın tüm malvarlığını şirketin üzerinde bırakıp ortadan kaybolduğunu öğrenmiştim fakat annemse servetini de yanına alan babamın, Emir'in annesi ile birlikte yurt dışına kaçtığını söylemişti. Bu bağlamda hikaye örgüsü, hiçbir zaman tam anlamıyla tamamlanamıyordu ve ben iç dünyamda, lüzumsuz bir çabayla bu eksiklikleri tamamlamaya çalışmaktan ayrıca yorgun düşmüştüm. Aklımın içini talan eden tüm bu karmaşıklık, gerisinde ağır bir tahribat bırakırken neye ve kime inanmam gerektiğini bilmiyordum.

Ve her şeyden daha garibi, küçük bir çocuk gibi masum bir düşe sığınmaktan kendimi alamıyordum. Babam bu karanlık hikayedeki adam olamazdı. Çelişen noktaları olsa da herkesten benzer hadiseleri dinlemiştim ama yine de, o diğer her şeyden daha ikna edici olan parçam; yüreğimi burkan tüm detayları görmezden gelmeyi seçerek sadece ama sadece babamı bulmam gerektiğini haykırıyor, babamı bulunca tüm bunlar için mantıklı bir gerekçenin avuçlarımda olacağına inanıyordu. Belki buna inanmak daha kolaydı. Belki de kolayı değil zoru seçmeli, her noktama ayrı bir ızdırap çektiren tüm o şeylerle yüzleşmeli ve sonra, kaçınılmaz olarak hepsini tek tek kabul etmeliydim. Bu ikilem, boyumu aşmıştı; umudum hala dimdik ayakta olsa da ona mı yoksa gün gibi ortada olan hadiselere mi kulak vermeliydim, işte bu sorunun cevabı öğrendiklerimin ışığında epey silikleşmişti.

Bunların dışında, oyunu düşünmek bile istemiyordum. Ne zaman düşünecek olsam yüreğimin üstüne koca bir taş oturuveriyor, içim dışım fırtına sonrasında grileşmiş bir gökyüzü gibi kasvetleniyordu ve o an, neredeyse cehennem azabına denk bir acıyı her hücremde hissediyordum. Oyun kurucusu her kim veya kimlerse yarattığı kaosu görkemlendirmek istercesine iki insanı oyununa kurban etmişti. Bu oldukça vahim durumu irdelediğimde oyun kurucunun, daha ilk kez adımımı attığım bir yurt odasında bana ulaşmayı başaracak kadar beni; dikkatimi oyuna çekmek için arabamızı ve babamın paltosunu kullanmayı akıl edecek kadar babamı, hatta belki de ailemi tanıyan biri olduğu kanaatine varmıştım. Bu korkunç senaryoyu düşünmekten kendimi alamıyor, düşündükçe de dozu kaçmış acıma korkunç bir acı daha ekleniveriyor ve ben, kendi ateşimde kavrulmaya devam ediyordum. Düşüncelerin alevinde yanmak, çok acı veriyordu.

Altınoluk maceramızın sonunda yurda bırakıldığımda, Ada dışarıdaydı. Bense dalgın, çaresiz ve perişan haldeydim. Üstümdekileri değiştirip erkenden yatağıma yatmamın ardından, sabah taze bir yüzle uyanmak umuduyla tek başıma ve ayık olarak, küçük bir çocuk gibi yorganı başıma kadar çektim. Sabah uyandığımda ise Ada dönmüştü, banyoda saçlarını yapmakla uğraşıyordu. ​Uyandığımı duyunca, saçına doladığı maşayı elinde tutarak yanıma geldi.

"Günaydın, kıvırcık. Tam da seni uyandırmaya gelecektim, zamanlaman harika!"

"Günaydın." diye karşılık verdiğimde huysuzluğumu kamufle etmedim.

SOLUKSUZ #OlumculBirOyunHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin