Yine her zaman ki gibi kurşuni bir gökyüzünün hakim olduğu bir sabahta, yorganımın altına girip cenin pozisyonunu alarak yatmış, müzik dinliyordum. Ve yine hizmetçinin sesini duymamıştım.
''Ecmel Hanım, kapınızı çaldım ama duymadınız.'' dedi odaya girdiğinde.
Daha yeni kendini dış dünyayla bütünleştirmiş, yirmi yaşında bir kızdım ve evdeki benden yaşça büyük kadınlar bana 'hanım' diye hitap ediyorlardı. Bu kendimi çok büyük hissetmeme sebep oluyordu ama her defasında uyarmama rağmen, özellikle Ceren abla, bana hanım demekte ısrarcıydı.
''Yine ne oldu?'' dedim dirseklerimden yardım alıp yatağımda doğrulurken.
''Babanız sizi kahvaltıya çağırıyor, Elçin Hanım da sofrada.''
Kafa salladıktan sonra, hizmetçi odamdan çıkar çıkmaz dirseklerimi kırıp başımı yastığa geri attım.
Mutlu bir aile tablosu çiziyorduk her Pazar sabahı bu sofrada. Annemin yokluğunu aratmayan çiçekler, her zaman ki gibi vazoda yerlerini almış ve sofraya konmuştu.
Ceren abla ve marifetleri, yine kendini tüm benliğiyle belli ediyor, sofrada "bir kuş sütü eksik" deniltecek kıvama geliyordu. Yemekler lezzetliydi, evimiz güzeldi, huzurumuz; belki de çoğu insanın 'mükemmel' diye adlandıracağı ve benim yerimde olmak için can atacağı gibi harikaydı.
Ama benim içim de hep bir eksik,hep bir boşluk vardı: sevgi...
Annemi kaybedeli henüz dört yıl olmuştu ki ben daha o zaman 16 yaşlarında falandım. Kız kardeşim Elçin'i saymıyorum bile.
Ölüm, daha önce hiç o yaşıma kadar derinden tatmadığım bir duyguydu. Annemin yokluğu ve artık bir daha gelmeyeceği, yanımda olmayacağı, üniversiteyi kazandığımı görmeyeceği ve daha bir sürü bunun gibi gerçekler, en derinden saplanıyordu kalbime. Öyle kötü bir duyguydu en yakınının ölüm acısını tatmak. Hele de onun varlığına alıştıysan...
Babam ise, her daim iki kızına sahip çıkan ve karısı öldükten sonra güçlü durmaya çalışıp kızlarına ve kendisine destek olan, evini geçindirmeye çalışan bir kişilik, ne yazık ki, değildi. Evet, çalışıyordu. Hem de çok çalışıyordu. İşinde çok başarılı olan ve ün kazanmış bir mimardı. Birde büyükbabamın ona kalan servetinin sahibiydi. Ve bu da bizim, büyük bir bollukta büyümemize sebep oluyordu.
Hani derler ya, yediğim önünde yemediğim arkamda diye... Aynı öyleydi. Babamın altında son model arabası vardı ve bizim de cebimize, her vitrinde gördüğümüz ve beğendigimiz o elbiseleri almamız için birer kredi kartı koymuştu.
Kısacası şımartılmıştık.
Kolejlerde olmasa da güzel bir lisede öğrenim görmüştük ve şu an istediğim üniversiteye gitmemde yine para sayesindeydi. Ve yine kısaca, paranın açmadığı kapı yoktu.
Peki ya ben bu hayatı mı istiyordum?
Bir bakıma benim işime geliyordu, para iyi bir şeydi sonuçta. Fakat ben, kendi zekamla kendi emeğimle burs kazanarak istediğim üniversitede istediğim bölüme girmek isterdim, annem yanımda olsun isterdim ve ne olursa olsun babamın parasına muhtaç kalmak istemezdim.
Ben babamı hayatımdan sileli çok olmuştu çünkü. Hatta zamanında öyle bir silmişim ki önceden şefkatle 'baba' diyebildiğim adamın şimdi adından iz bile kalmamış içimde.
O artık benim için, gözünü paranın körelttiği, sevgi nedir bilmeyen, kural koyan ve yeri geldiğinde emir veren, kızlarıyla kendisi ilgilenmek yerine kızlarını ayda bir maaş verdiği hizmetçilerine bırakarak giden, acımasız adamdan başkası değildi. Hayır, o hiçbir şeyi bizim iyiliğimiz için yapmıyordu! Böyle filmlerdeki gibi klişe iyilik lafları babama, Ömer Barkın'a, yakışmıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KARARSIZ #Wattys2016
ChickLit''Seni sevmek en büyük kefaretimdi. Sana bağlanmaksa en soylu zaafım." Asabi ruhlu bir kızın gizemle harmanlanmış aşkının hikayesi... *** ●● Tüm Hakları Saklıdır. ●● /2015/