3

910 46 3
                                    

III

Bu aristokrat evin biçimli merdivenlerinden sakin sakin inen Martin Eden'in eli istemi dışında ceketinin cebine gitti. Bu yaralardan kabuk bağlamış el kahverengi tonda bir sigara kağıdı ve bir tutam Meksika tü-tünüyle çıktı; tütünü hızlıca kağıda sararak sigara haline getirdi. Sanki aylarca sigara içmemiş gibi ilk nefesi alabildiğince derin çekip, ciğerlerinin ta içine gönderdi ve uzun, devamlı bir nefes halinde tekrar dışarı verdi. Bir huşu ve hayret nidası halinde, yüksek sesle, "Hay Allah!" dedi. "Hay Allah!" diye tekrarladı. Ardından, "Hay Allah!" diye mırıldandı. Sonra elini yakasına götürüp gömleğini sökercesine açtı ve kaba ellerine cebine tıktı. Soğuktu ve yağmur çiseliyordu ama o buna karşı tuttu şapkasını çıkardı, kayıtsızlık içinde yalpa vura vura bağrını kıl kökleri görününce-ye değin açtı. Kendinden geçmişti; hayal kuruyor, az önce üzerinde derin etkiler bırakan sahneleri kafasında yeniden şekillendiriyordu.

Sonunda o kadına rastlamıştı, bir gün gelip karşılaşacağına dair uzaktan uzağa bir umut beslediği kadına. Masada onun yanında oturmuştu. Onun elini elinde hissetmiş, gözlerinin içine baktığında güzel bir ruhun hayalini görmüştü. Bu ruhun pırıldadığı gözlerle, bu ruha bir ifade, bir biçim kazandıran et, bu ruhun kendisi kadar güzeldi. Onun bedenini bir et yığını olarak düşünmemişti, bu, onun için yepyeni anlatılmaz bir şeydi. Tanıdığı kadınları hep böyle, et yığını olarak düşünmüştü şimdiye değin. Onun eti ise bir başka türlüydü. Onun bedenini eksikliklere, hastalıklara hedef olmaya esir bir beden olarak düşünmemişti. Onun bedeni ruhunun kıyafeti olmaktan daha da fazla bir şeydi. Bu, onun ruhunun bir görünüşü, ondaki tanrısal cevherin saf, cana yakın billurlaşmasıydı. Tanrısallık hakkındaki bu fikri onu ürküttü; onu sarsarak, rüya aleminden alıp, ayık düşünceler alemine getirdi. Şimdiye kadar tanrısal olana dair hiçbir ipucu, hiçbir belirti ona ulaşamamıştı. Tanrı'ya hiçbir zaman inanmamıştı. Ruhani önderlerle ve onların, ruhların ölümsüzlüğü fikirleriyle tatlı tatlı eğlenip, daima dinsiz kalmıştı. Öte yanda bir hayatın bulunmadığına inanıyordu; hayat buradaydı, şimdi vardı, ondan ötesi sonsuz karanlıktan ibaretti.

Kızın gözlerinde gördüğü şey ruhtu, asla ölmeyecek olan sonsuz ruh. Tanıdığı hiçbir erkek veya kadın, ona ölümsüzlükten haber vermemişti. Halbuki o vermişti. Kız, ilk baktığı dakikada fısıldamıştı onun kulağına. Yürürken kızın yüzü gözlerinin önünde solgun ve ciddi, tatlı ve hassas, ancak bir ruhun gülümseyebile-ceği şekilde, acıma ve şefkatle gülümseyerek ve kendi aklının alabileceği saflıktan da saf bir halde pırıldıyordu. Bu saflık Martin Eden'e bir darbe gibi geldi, onu ürküttü. O, iyiliği ve kötülüğü biliyordu; ama saflık, var oluşun bir niteliğiydi ve onun kafasına hiç girmemişti. Şimdi ise, ondaki saflığı, iyilik ve temizliğin en üst derecesi olarak düşünüyordu; bir araya geldikleri zaman sonsuz hayatı oluşturan bir iyilik ve temizlik. Martin Eden birdenbire, sonsuz hayatı anlamak ihtirasıyla yanmaya başladı. Onun ayağına su bile dökmeye layık değildi. Bunu biliyordu; o gece, onu görmesini, beraber olmasını, konuşmasını sağlayan şey, bir mucize, kaderinin akıl almaz bir cilvesiydi. Böyle bir şeye layık olamazdı. Böyle uğurlu bir şansa hak kazanmamıştı o.

Martin Eden, esas itibariyle dindarca bir ruh hali içindeydi. O kendini, yine kendi gözünde hepten küçük gören, alçaltan, alçakgönüllü bir adamdı. Günahkarlar böyle bir düşünüş tarzı içinde pişmanlık duyarlar. O da günahlarından ötürü vicdan azabı duyuyordu. Ancak pişmanlık içindeki alçakgönüllü kimseler nasıl gelecekteki asil varlıklarına ait hayaller görürse, o da öylece kıza sahip olmakla ulaşacağı hale dair muhteşem hayaller gördü. Fakat kıza sahip olma hayali, donuk, puslu ve onun bildiği sahip oluştan bütün bütün farklıydı. İhtirası, çılgın kanatlar takmış onu yükseklere uçuruyor ve o, onun düşüncelerini paylaşarak, güzel ve asil şeylerden onunla birlikte zevk alarak, birlikte yükseklere tırmandığını görüyordu. Onun, sahip olmayı hayal ettiği ruh, herhangi bir kabalıktan arınmış, bir türlü kesin bir düşünce şekline sokamadı-ğı, hür bir ruh yoldaşlığıydı. Bunu düşünmedi. Bu konuda hiç düşünmedi. Duygu aklın yerini almış ve o, hissin yücelip, manevileşerek hayatın en yüksek noktalarının ötesine aştığı bir hassasiyet denizinde, haz içinde sürükleniyor; içinde bir nabız gibi atan şimdiye kadar hiç bilmediği heyecanlarla ürperiyordu.

Martin EdenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin