IV
Martin Eden'in eniştesiyle yaptığı konuşma biraz önce yaşadığı bütün güzellikleri alıp götürmüş, sinirlerini tepesine çıkarıp kanını tutuşturmuştu. Daha fazla konuşmaya gerek duymadan arka taraftaki karanlık sofada el yordamıyla ilerleyip, içinde bir yatak, bir lavabo ve bir sandalyelik yer bulunan, ufacık bir delikten ibaret odasına girdi. Mr. Higginbotham, işleri karısı görebildiği müddetçe hizmetçi tutamayacak kadar cimriydi. Ayrıca hizmetçi odası, bir yerine iki pansiyoner almalarına olanak veriyordu. Martin, Swinburne cildiyle Browning cildini sandalyenin üzerine yerleştirdi ve yatağa oturdu. Bedeninin ağırlığını yatağın yaylarının kesik çığlıkları karşıladı, ama o bunu fark etmedi. Ayakkabılarını çıkarmaya hazırlanırken gözleri, karşısındaki beyaz sıvalı duvara takıldı; sıva, çatıdan gelen suyu sızdıran kirli kahverengi, uzun yarıklar halinde yer yer çatlamıştı. Bu kirli fon üzerinde, hayaller tutuşarak akmaya başladı. Ayakkabılarını unuttu ve uzun uzun baktı. Bu uzun ve anlamsız bakışın sonunda dudakları kıpırdadı ve "Ruth," diye fısıldadı. "Ruth." Bir heceninbu kadar güzel olabileceğini hiç düşünememişti. Bu ses kulağını okşadı ve bunu tekrarlaya tekrarlaya adeta sarhoş oldu. "Ruth." Bu tılsımlı, çok kuvvetli etkisi olan büyük bir kelimeydi. Bu kelimeyi her fısılda-yışında, onun yüzü, kirli duvarı altın renkli bir parlaklıkla doldurarak gözlerinin önünde parlıyordu. Bu parlaklık duvarın üzerinde durmuyor, sonsuzluğa doğru uzanıyor, Martin Eden'in ruhu da bu parlaklığın altından derinlikleri içinde onun ruhunun peşinden gidiyordu. Ruhunun en iyi tarafları, muhteşem bir sel halinde dışarı dökülüyordu. Kızı düşünmek Martin'i soy-lulaştırıp yıkamış, onun daha iyi olmasını ve daha iyi olmayı arzu etmesini sağlamıştı. Bu onun için yeni bir şeydi. Kendisini mükemmelliğe yönelten hiçbir kadın tanımamıştı şimdiye değin. Tanıdığı kadınlar, tersine, hep onu hayvanlaştıran bir etki yaratmışlardı. Bu kadınlardan birçoğunun onun için ellerinden geleni yapmış olduklarını bilmiyordu, sanki kötüydü onlar. Hiçbir zaman kendi kendinin farkında olmadığı için kadınların aşkını çeken şeyin, onları kendi gençliğine uzandıran sebebin yine kendi içinde olduğunu hiçbir zaman bilmedi. Kadınlar sık sık onun canını sıktıkları halde, o hiçbir zaman kadın sıkıntısı çekmemişti. Şu ana kadar hep mutlu bir kayıtsızlık içinde yaşamıştı. Şimdi ise ona, sanki bu kadınlar yakasına yapışıp bütün hayatınca onu iğrenç elleriyle sürüklemişler gibi geliyordu. Bu düşünüş ne onlar hesabına ne de kendi hesabına adildi. Hayatında ilk kez kendini fark etmeye başlayan Martin Eden, karar verecek bir durumda değildi; ayıplarının hayalini seyrederken utanç içinde yandı. Birdenbire kalkarak gidip lavabonun üstündeki aynada kendine bakmaya çalıştı. Aynayı bir havluyla gelişigüzel sildi ve tekrar, uzun uzun, dikkatle baktı. Şimdiye kadar ilk defa kendini gerçekten görüyordu. Gözleri görmek için yaratılmıştı, ama bu ana kadar gözleri dünyanın her an değişen panoramasıyla doluydu ve o bir kerecik bile kendine bakamayacak kadar, bu hep değişen panoramayı gözlemekle meşguldü. Aynada yirmi yaşında bir delikanlının başını ve yüzünü gördü. Ancak bu çeşit değer biçmelere alışık olmadığından, bunu nasıl değerlendireceğini bilemedi. Dört köşe çıkıntılı bir alnın üzerinde, kahverengi, yanık kahverengi, dalgalı, herhangi bir kadın için zevk kaynağı olabilecek bu saç tutamının üzerindeki bukleler, kadınların ellerini, onları avuçlamak; parmaklarını da, onları okşayıp sevmek arzusuyla karıncalan-dırabilirdi.
Genç adam, kızın gözünde değeri yok diye bu konulan geçip, derin düşüncelere dalmış bir halde, dört köşe alnı üzerinde uzun uzun durdu, bu alnın içine girerek, içindekinin önemini öğrenmeye çalışıyordu. Bu alnın arkasında ne çeşit bir beyin var? İşte kendi kendine ısrarla bu soruyu soruyordu. Bu beyin yetkin bir beyin miydi? Kendisini nereye kadar götürebilirdi? Ona ulaştırabilir miydi? Çoğu zaman tamamıyla mavi bir renk olan, güneşle yıkanan denizlerin tuzlu havasıyla kuvvetlenmiş bu çelik grisi gözlerde acaba ruh var mıydı diye kendi kendine sordu. Aynı zamanda acaba gözlerini o nasıl bulmuştu, diye düşündü. Kendini, kendi gözlerinin içine bakan Ruth olarak düşünmeye çalıştı, ama bu hokkabazlığı başaramadı. Kendini başka erkeklerin yerine koymayı başarabilirdi; onların kafalarıyla düşünebilirdi ama bunların, yaşayış tarzlarını bildiği adamlar olması lazımdı. Ruth'un yaşayış tarzını bilmiyordu. O sırlı, harikalarla dolu bir şeydi; nasıl olurdu da onun bir tek düşüncesini tahmin edebilirdi? Eh, bunlar yine de dürüst gözlerdi; ne küçüklük, ne de bayağılık vardı bu gözlerde. Yüzünün, güneş yanığı kahverengisi onu şaşırttı: Bu kadar esmer olabileceğini aklından geçirme-mişti. Gömleğinin kolunu yukarı kıvırarak, kolunun iç tarafının beyazlığını, yüzüyle karşılaştırdı. Evet, her şeye rağmen o beyaz bir adamdı. Ama kollan da güneşten yanmıştı. Bir kolunu büktü, diğer eliyle adalesini kıvırarak, güneşin daha az değdiği alt tarafa baktı. Burası bembeyazdı. Aynadaki bronz rengi yüzüne bakıp, bunun da bir zamanlar kolunun alt tarafı kadar beyaz olduğunu düşünerek güldü; dünyada onunkin-den daha beyaz ve pürüzsüz cildiyle övünebilecek pek az soluk, ruh gibi kadının bulunduğu ise aklının köşesinden bile geçmedi. Ağzı eğer dolgun, gergin, dişlerin üzerinde sımsıkı kasılma özelliği bulunan dudakları olmasa, bir meleğin ağzı olabilirdi. Ara sıra bu dudaklar öylesine kası-lırdı ki, ağzı sert, haşin, hatta çilekeş bir ifade alırdı. Bunlar hem bir aşığın, hem de bir savaşçının dudaklarıydı. Bunlar hem, hayatın tatlılığını lezzetle tadabilir, hem de tatlılığını bir kenara bırakıp, hayatı yönlendirebilirdi.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Martin Eden
Narrativa generaleRoman, Martin'in aşkı uğruna eğitimsiz genç bir işçiden başarılı ve rafine bir yazara dönüşüm mücadelesini anlatır. Kahramanı hedefine ulaştığında ise motivasyonunu ve heyecanını çoktan yitirmiş, trajik bir sona doğru sürüklenmektedir artık...