20

286 23 2
                                    

XXXIII

Hastalıktan morarmış dudakları ve çatlamış yüzüyle hayata kota koyan Brissenden yine günlerce ortalıktan kaybolmuştu. Brissenden'e iyiden iyiye alışan Martin, onu birdenbire karşısında görünce şaşırdı. Sormak istediği sorulan bile unuttu. Brissenden de bu uzun süren yokluğu hakkında açıklama yapmadı. Hemen sohbete koyuldular. Sanki hiç ayrılmamış, hiç uzaklaşmamışlar gibi sarmaş dolaş koyu sohbete dalmışlardı. Martin todi dolu kocaman bardaktan yükselen mayhoş buğunun arasından arkadaşını izliyordu; üstelik karşısında hayata parmak atmış gibi oturan bu adamın bir cesedinkini andıran yüzünü görmek ona yetiyordu. Brissenden, Martin'in yaptıklarını büyük bir ilgiyle dinledikten sonra: — Ben de boş durmadım, dedi.

Brissenden ceketinin iç cebini epeyce karıştırdıktan sonra bir yazı çıkarıp Martin'e verdi. Yazının üstündeki ismi okuyan Martin başını hafifçe kaldırıp Brissenden'e meraklı gözlerle baktı. Brissenden:

— Evet, o işte kelime, diye güldü. Güzel bir isim, ha? 'Sapkın' tek kelimecik. Senin şu her zaman dimdik, yaşam dolu inorganik 'insanın termometredeki ufacık yerinden ötürü çalım satan otuzaltı derecelik yaratığın, sapkınların son basamağı olan insanının yüzünden; yani senin yüzünden bu adı koydum. Bu bir defa kafama girdi, ondan kurtulmak için de yazmam lazımdı bunu. Bu kelime ve yazı hakkındaki düşüncelerini söyle bana. Martin'in yüzü önce kızardı, okumaya devam ettikçe kanı çekildi. Bu tam bir sanat eseriydi. Şekil, öze galip gelmişti, ama özün anlaşılabilir son atomu bile, Martin'i zevkten sarhoş edecek, güzlerini ihtirasla yaşartacak, sırtını yukarıdan aşağı soğuk ürpertilerle kaplatacak kadar mükemmel bir yapı içinde ifade kazanmış olduğuna göre, buna şeklin zaferi demek de doğru olmazdı. Altıyedi yüz mısralık upuzun ve sanki başka bir dünyanın, eseriymiş kadar hayat verici, fantastik bir şiirdi. Müthiş, imkansız bir şeydi bu; ama buna rağmen işte burada, kâğıt sayfaların üstüne siyah mürekkeple karalanmış olarak duruyordu. Şiir, insanı ve insanın ruh araştırmalarını sonsuz sınırları içinde ele alıyor ve en uzak güneşleri, en uzak gökkuşağı ışıklarını delil göstermek için fezanın uçurumlarını iskandil ediyordu. Nefesi yarı yarıya sönmüş, atışları gitgide hafifleyen kalbi bir kuş gibi çırpınan, ölmekte olan bir adamın kafatası içinde çılgınca eğlenen bir hayalın delice cümbüşüydü bu. Şiir muhteşem bir ritim içinde, değişmez bir mücadelenin soğuk gürültüsünden, hücuma geçen yıldızlar ordusuna, birbirini sıkıştıran soğumuş yıldızlardan, karanlık boşlukta parıldayan nebülözlere uzanıyor ve bütün bunların arasından, gezegenlerin uğultusu, sistemlerin çatırtısı içinde, insanoğlunun gümüş bir mekiğin sesi gibi hafiften hafife, ama hiç eksilmeksizin tınlayan huysuz sesi duyuluyordu.

Martin sonunda konuştu:

— Edebiyat dünyasında buna benzer bir tek satır bile yoktur. Harikulade! Harikulade! Başımı döndürdü. Sarhoş etti beni. O büyük, bölünemez soru onu kafamdan bir türlü çıkaramıyorum. İnsanoğlunun o araştıran, sonsuz, hep tekrarlanan, o ince ağlamaklı sesi, hala kulaklarımda çınlıyor. Fillerin gümbürtüsü, aslanların kükremeleri arasında bir sivrisineğin ölüm marşına benziyor. Kendimi gülünç duruma düşürüyo-rum, ama kafama takıldı bu benim. Senin ne olduğunu bilmiyorum, fevkalâdesin sen, işte o kadar. Ama nasıl yapıyorsun bunu? Nasıl yapıyorsun bunu?

Martin heyecanlı konuşmasını bir an kesti ama yeniden başlamakta da gecikmedi: — Bir daha asla yazmayacağım. Acemi bir sıvacıyım ben. Sen bana gerçekten de bir zanaatkarın eserini gösterdin. Deha bu! Dehadan da üstün bir şey. Dehayı aşıyor. Çıldırmış gerçek bu. Gerçek, her satırı gerçek bunun. Acaba bunun farkında mısın sen, gidi dogmatik seni. İlim yalan söylemez. Kozmosun ham demirinden kesilip kudretli ritimlerle dokunularak bir ihtişam ve güzellik kumaşı haline getirilmiş hakaretin gerçeği bu. Başka bir şey söylemeyeceğim artık. Bittim, ezildim. Evet, daha da ezileceğim. Bırak da senin adına piyasaya süreyim bunu. Brissenden sırıttı:

Martin EdenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin