Güneş dağların ardına çekildi. Akşam vakti gelip çattı. Koyunları otlatıp da işleri bitirdikten sonra içeri kapandık, anamla çadırımızdan çıkmadık gün boyu.
Ben Alatunç beyden ya da ana hatundan bir haber bekleyerek geçirdim zamanımı. Anam uyumakla uyumamak arasında bekleşti döşeğinde.
Oturuyordum yalnız karanlık çadırın içinde. Mumun titrek alevlinin parıltısında gözlerimi gezindiriyor ve duruyordum yalnız. Yazı yazmak da gelmiyordu içimden artık. Düşünmek de. Düşünmeden boş boş bekleşiyordum, uzun süreden sonra zihnim şaşılacak derecede sakindi.
Dışarı çıkmaya karar verdim. Usulca adımlarla çıkışa yürüdüm. Perdeyi araladığım anda gecenin içinde parıl parıl parlayan aya ilişti gözlerim. Nasıl güzel ihtişamı vardı onun böyle. Ne kadar güzel duruyordu tepede, bir kolye gibi asılmıştı göğe. Saça saça ışığını nazlı nazlı sunuyordu cazibesini, insanlığa.
Çadırları ardımda bırakıp, obanın tenha köşesi olan yere geçtim. Sırtımı bir kütüğe dayayıp yere oturdum. Gökyüzünü seyrettim. Saatlerce orada durup bekledim yine. Bekledim evet. Sebepsizce bir şeyler bekledim. Kabullenmek istemiyordum ama bekliyordum.
Ondan sonraki iki-üç gün daha hiçbir haber alamadım kimseden. Anam da ses etmiyordu. İşimi yapıp çadıra çekiliyordum. Yengemlerin yüzlerini görmek midemi bulandırıyordu.
Nihayet beklemekten yorulup ümidimi kesip bu iş olmadı hayırlısı olsun dediğim bir anda bir mektup ulaştı elime. Alatunç beyin anası bizi anamla beraber obalarına çağırıyordu. Bu davet solmaya yüz tutmuş çiçekleri kalbimde yeniden yeşertmeye kafi gelmişti.
Haberi anama müjdeledim. Sevincime sevincini kattı. Buruktu biraz ama olsun.
Yüzüme sürdüğüm merhemler iyi gelmişti ama dün gece tamamen bitmişti. Ertesi güne biraz daha güzel bir yüzle çıkmak isterdim tabii. Böyle insan içine çıkmak beni üzerdi. Bu yüzden derhal şifa babanın yanına gittim. Çadırın önünde gelip seslendim. Müsaade verilince perdeyi aralayıp başımı uzattım. Ve elimdeki boş şişeleri ona doğru salladım haylaz çocuklar gibi.
"Bittiler."
Gülümseyerek: "Gel bakalım," dedi: "Gel."
Yürüdüm yanına. Şişeleri tezgahın üzerine bıraktım yavaşçana. Gülümsüyordum koskocaman. Bana bakıyordu o da. Keyiflenmişti. Zaten o hep keyifliydi. Hiç somurtmazdı hep gülerdi. Gerçek bir büyüktü.
Ellerimle arkamda bağlayıp omzuma doğru eğdim başımı. Hafif hafif sağa solla salladım bedenimi: "Biliyor musun dede ne oldu?"
"Ne oldu?"
"Ben çok evhamlı olduğumu anladım."
Elindeki otları bırakıp diğerlerini alırken sordu: "Demek öyle? Nasıl anladın bunu de bakalım."
"Bir şey olmaz demiştin hani geçenler de,"
"Ne için bir şey olmaz demiş idim?"
"Yapma dede, bilirsin işte."
"Alatunç bey mevzusunu mu dersin?"
Mırıltıyla karşılık verdim: "Hı hı."
"Bir şey olmadı değil mi?"
"Olmadı. Şey bu merhemler bitti de, başka verebilecek misin?"
Tatlı tatlı bakıp getirdi bana merhemleri. Uzatırken bir şey diyecekti ki fırsat vermeden derhal hızlıca selam verip çıktım dışarıdan. Biraz uzaklaştıktan sonra seslice gülmeye başladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zühre
SpiritualUzun uzun açıklamaları ilk etapta yapamayacağım sanırım, ama... okursan pişman olmaz mışsın; yani okuyanlar böyle söylüyorlar :))