Sabah uyandığım gibi namazı kılıp ahırdan koyunları çıkardım. Benim sorumluluğumda olan koyun sayısı yaklaşık 5-10 kadardı. Henüz yeni olduğum için emmim böyle emretmişti, işte tecrübeli olmaya başladıktan sonra zamanla sayının çoğalacağını işitmiştim.
Bizim obada ne kadar ağır olursa olsun, verilen göreve karşı çıkılmazdı. Elbette normali de buydu ama ben bir er değil, bir kadındım. Her ağır iş cinsime göre değildi. Yine de karşı çıkamazdın. Hele de eğer büyüğün -amcam- oba beyinin en yakın yardımcılarından ise.
İşte hayat hep böyle yürürdü. Mevkii yüksek olan birine öyle hemen baş kaldıramazdın. Bu sadece hayallerde mümkün olurdu.
Hayalimde ne de çok itiraz ettim ezip geçici kararlarından...
Fakat Allah biliyor ya; omuzlarıma yüklediği diğer sorumlulukların haricinde kadın da olsam koyun otlatmayı sevdim. Sevdiğim için zamanla bana bir lütuf olmaya başladı. Onlar ise, hâlâ beni bununla terbiye ettiklerini, bir nevi -ne için olduğunu hâlâ anlayamadığım- ceza ile sınadıklarını sanmaya devam ediyorlardı.
Obadan çıkarken itinayla başımı önüme eğmemi ve örtümle ağzımı burnumu iyicene kapamamı söylerdi anam. Ersiz hatunlara çabuk iftira sürerlermiş; ondandır ki, 'önce Allah için ve sonra kendin için bu mevzulara çok dikkat etmelisin' derdi.
Öyle yapıp obadan çıktım. Girişte ızbandut gibi dikilip bekleyen erlerden çekinirdim zaten. Ellerimde sopa ile koyunları yöneterek ilerletmek ilk günlerde çok utanç veriyordu, gerçi artık alışmıştım ama yine de bazı zamanlar evvelki gibi utanır, sıkılırdım. Her giriş ve çıkışımda bir rahatsızlık yaşıyor olmaya da alışıyordum artık.
Obanın içinde dahi rahat gezinemem zaten genelde ben. Bir çok insanın rahatsız edici, incitici bakışları üzerimde olur çünkü. Bu, bizim çoğunlukla dışlanmamızdan diye düşünüyorum. Nihayetinde bize -tabir ne kadar doğru olur bilmem- hamam böceği gibi davranan bir emmim var. Ve o, saygın beylerden. Dolayısıyla onun alacağı mesafe herkesin alacağı mesafe demek; vicdansızlar sınıfına giren insanlardan bahsediyorum.
Aslında,
sanırım önemli olan zalimin zulmüne sabredip mazlum kalabilmektir. Ne kadar hor görülmek gibi bir üzüntümüz olsa da, mazlum olduğumuz için alsında şanslıyız.
Dalmışım.
Koyunların dağıldığını farkedince onları yeniden bir araya topladım. Yürüdük, yürüdük her zamanki geniş sahamıza geldik.
Gülümseyip derin bir nefes çektim ciğerlerime. İşte benim hayat alanım burasıydı: yemyeşil geniş bir çayır, çam ağaçlarıyla etrafı çit gibi sarılmış. Sağ kısımdan aşağılara doğru dar, patika bir yol uzuyor. Beşyüz metre yürüyünce taptaze, dupduru bir dere karşılıyor insanı. Öyle güzel ki, ormanın içinde akıyor. Sessizlikte sadece su sesleri işitiliyor, kuşlar cıvıldıyor. Kimsesiz, sessiz. Çok sessiz. İnsanı içine döndürüyor, kendini tanıtıyor. Ruhunu dinlendiriyor, kalbini dinletiyor. Sonra kendi gafletinden biraz geçince, tefekkür ettiriyor. Tefekkür, Rabbini düşündürüyor, maneviyatını tazelettiriyor..
Velakin dereye sık gidemem.
Koyunları ovada yalnız koyduğum anda dağılıp duruyorlar. Arada arkadaşım Hayriye ile geldiğimizde o göz kulak oluyor koyunlara sağ olsun, ancak o vakit gider bakar, dinlenir ve geri dönerim. Bu, kırk yılda bir olur tabii.
Köşeye oturup bohçamdan kağıtlarımı çıkardım. Onları düzledim. Hepsini yaza yaza doldurmuştum. Boş bir sayfa aradım. Arkası boş birini bulduğum gibi çekip aldım diğerlerinin arasından. Mürekkebi de çıkardım. Bağdaş kurup çimenlerin üzerine koydum mürekkebi, kapağını açtım dikkatlice. Elime bulaştığında pek çabuk geçmezdi.
Diviti alıp batırdım hokkaya, yazmaya başladım.
Yazdım. Yazdım.
Kaldırdım başımı, güzelliklere bakıp gülümsedim ve yine yazdım. Yazdım. Bana bu nimetleri veren Allah'a şükürlerimi, babama özlemimi, anama sevgimi, insanlara olan mesafelerimi yazdım...
Ta ki biri öksürerek beni hülyalarımdan uyandırana kadar.
İrkilmiştim!
Elim ayağım birbirine karıştı. Elim mürekkep kutusuna çarptı o anda, bütün hepsi hicabıma boşaldı.
Arkamı döndüğümde, ağzımı yüzümü kapadım hızlıca. İlk kez burada bir yabancı erkek ile karşılaşınca ne yapacağımı şaşırmıştım haliyle.
İlk bakışımda gördüğümde, adamcağızın başı önündeydi. Sonra ben de başımı önüme eğmiş ve kim olduğuna bakamamıştım. Fakat obadan değildi yabancıydı, işte bunu bilmiştim.
Korku vardı içimde lakin belli etmemeye uğraşıyordum. Eğer haydutsa, veya casussa, ters ve ani tepkimle bana zarar verebilir diye düşünüyordum.
"Sen mi otlatırsın bu koyunları?"
"Evet" diye cevap verdim.
"Yok mudur baban atan? Kadın başına tek başına obadan uzakta, olur mu burada bacım."
"Burası kimsesizidir."
"Hiçbir yer kimsesiz değildir. Oban; Ata beyin obası mıdır?"
"Evet orasıdır."
"Buraya erler gelecek birazdan. Sen al koyunlarını da git buradan. Bir daha da tek başına gelme buralara. Sana büyük sözü bir daha buraya tek başına gelmeyesin, bu senin için daha iyi olacaktır."
Ne yapacağımı şaşırmıştım. Oldukça sakin konuşmasının yanında öylesine etkili ve korkutucu bir konuşması vardı ki.. şaşırmıştım hakikaten. Tek kelime edemedim nedense. İşim bitmeden gitmeyi reddeder itiraz ederdim normal zamanda, lakin bu yabancıya karşı sesimi bile çıkaramadan topladım koyunları. Gerisin geri yol aldım.
Yabancı adamcağızın arkamdan bana acır gibi baktığını hissediyordum.
İşte sevmediğim şey buydu: acıtılmak, acınılmak..
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zühre
EspiritualUzun uzun açıklamaları ilk etapta yapamayacağım sanırım, ama... okursan pişman olmaz mışsın; yani okuyanlar böyle söylüyorlar :))