Tebessümlerim yüzüme sığmıyordu son birkaç gündür. Alatunç pek ilgiliydi bana. Küçücük bir çocukmuşum gibi üzerime titriyor, ilaçlarımı bizzat kendisi veriyor, sabah namazına başımı okşayarak uyandırıyordu.
Bir baba sevgisi, bir koca sevgisi, bir ağabey sevgisi, hatta bütün sevgileri toplayarak kocaman bir sevgiyle atıyordu adımını bana doğru. Görmediğim bu sevgileri birden görmek bebeler gibi şımartıyordu.
Ben, hiç ağlamaz bir kızken onun soğukluğunda çekinmeden gücenmeden ağlıyordum; ben, zor gülen bir kızken şimdi onun sıcaklığında gülüyordum, içten, gerçek bir gülüşle..
Yine bu sabah, namazı kılıp güneşin doğuşunu bekledikten sonra uyumuştuk biraz. Ben ondan önce kalkıp dışarıya kuyudan su çekmeye çıktım. Çadıra geri döndüğümde Alatunç'u saçı dağılmış, uykulu gözlerle hızlı bir şekilde kıyafetlerini giyerken gördüm. Beni gördüğü anda durdu, elindeki kıyafetiyle dondu kaldı sanki.
"Zühre." dedi nefeslenerek. Sonra kıyafetini giymeden aynen geri bırakıp yanıma gelip elimdeki güğümleri aldı. Köşeye bıraktı.
"Neden sen almaya gittin?"
"Kahvaltı hazırlayacaktım, su kalmamıştı beyim."
Elimi tutup avucumun içine parmaklarıyla belirsiz çizikler attı: "Gitme bir daha ben giderim. Her işi sen yapmak zorunda değilsin hatun."
"Biliyorum ama siz de tâlim yaparken, aleplerle uğraşırken yorulursunuz. Bu işler benimdir."
"Değildir. Senin işin evin sınırları içinde kalır. Hem bırak da biz de erliğimizi yapalım. Anladık sen, atılgansın, çalışkansın her iş gelir elinden amma bizim adamlığımız nerede kalacak o vakit?"
Başımı önüme kırıp tebessüm ettim: "Öyle istiyorsanız öyle olsun."
Elimi bırakıp döşeğe doğru yürüdü: "De hayde hazırla bir kahvaltı da hatunumla şöyle güzel bir ziyafet çekelim. Bugün yorulacağız."
Her gün olduğu gibi bugün de olağanüstü bir şey görmüş gibi bakıyordum ona. Zira evet, o, döşeği topluyor, yastıkları düzeltip, postların ardına yerleştiriyordu. Put gibi dikilip kalmıştım, kıpırdayamıyordum. Hem öyle bir nazik, usul usul yapıyordu ki işini saatlerce izlese sıkılmazdı insan. Neyseki artık farkedip başını çevirdi.
"Ne oldu?"
Yutkundum. Ya da yutkunamadım.
"Kahvaltı beyim.. Onun için." dedim saçmalayarak.
Gene ve gene hafif alaylı bir tavırla kıvrıldı dudakları. "Eyi," dedi: "Haydi o vakit."
Tabakların çanakların olduğu kısma yürüdüm ama tam o anda yeniden vazgeçip geri döndüm. Onu hâlâ bana bakar halde bulunca yine yutkundum. Dudaklarımı ısrarak sordum, bazı anlarda çekiniyordum.
"Beyim dünden hoşaf yapmış idim onu mu koyayım, taze ayran mı istersiniz?"
"Hoşaf olur."
"Tamam."
On beş dakika içinde sofra hazırdı. Alatunç ben hazırlayana kadar bir kitap almıştı eline, onu okumuştu. Yemek örtüsüyle yuvarlak, küçük yer sofrasını serdiğimde de kitabını kapayım yardıma gelmişti derhal. Sonra beraber güzel bir kahvaltı ettik.
Normal zamanlarda sıkça yüzüme bakarken, bir hal vardı ki: asla yemek yerken bakmıyordu. Arada bir şey söyleyeceği zaman kaldırıyordu başını, haricinde bir şeyi yerken bakıp da rahatsız etmekten itinayla kaçınıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zühre
SpiritualUzun uzun açıklamaları ilk etapta yapamayacağım sanırım, ama... okursan pişman olmaz mışsın; yani okuyanlar böyle söylüyorlar :))