O günün ertesinde anam ve ana hatun birlikte yanıma gelmişlerdi. Yalnız hiçbir şey söylememişlerdi ve gayet düzgün davranmışlardı. Konuyu bilmiyorlardı besbelli. Fakat elimdeki sargıyı sorduklarında düştüm dedim. Nerede düştün dediler, yanlış yolda dedim. Nasıl dediler, çakıl dedim. Sonunda saçmaladığımı anlayıp sormadılar.
O pahalı ilaç denendi.
Şifa dede ilacı içirirken: "İlk verdiğimiz panzehiri sana içirdiğimizde iyileşeceğine sanmıştık. Eğer vücudun o ilacı kabul etseydi buna gerek kalmayacaktı." dedi.
"Evet," dedim bastırarak: "Ölseydim vermeseydi o parayı. Değmez! Bana değer mi Şifa dede?"
"Değer kızım neden değmesin. Söyleme şöyle. Sinirlerin bozulmuş senin. Hatayı, suçu kendinde buluyorsun hep, vazgeç bundan. Yıpratıyorsun kendini bak. Böyle iyileşemezsin."
Sinirliydim çünkü. Öfkeliydim düzgün düşünemiyor, davranamıyordum!
İlacı düzenli olarak aldığımda bu yana üç gündür diğer günlerden çok daha iyiydim. Sanki eski Zühre olmuştum. Sapasağlam dinç hissediyordum. Ve bu yüzden mutluydum. Ama, yine de sevincimin bir köşesine düşen bir gölge vardı: Alatunç. Benimle neredeyse hiç konuşmuyordu.
Geliyordu, durumumu öğreniyordu, hal hatır soruyordu ve gidiyordu. Bu kadar.
İki gün daha geçti. Artık kendi çadırıma geçecek kadar iyi olduğumu söyledi Şifa dede. Yuvama girdiğim günün ikindisinde ana hatun gelmişti. Soğuk bir şerbetimi içmişti ve gitmişti. Akşama kadar Kur'an okudum, yemek yedim, ilaçlarımı düzenli içtim ve bekledim Alatunç'u. Çadıra çıktığımı biliyordu, bu saat olmuştu neden gelmiyordu hâlâ?
O mesele hakkında tek kelam etmemesi mahcubiyette ezilip büzülmeme sebep oluyordu. Yalnız konuyu açtırmıyordu, benim de hiç yoktan açacak cesaretim pek yoktu.
Yatsı ezanı okundu. Namazı kıldım. Seccade başında biraz Kur'an okudum. Tam bu esnada çadırın dışından sesi geldi:
"Müsaade var mı?"
"Beyim," diyerek ayaklandım. "Vardır tabii beyim buyurasınız."
Başı önünde olduğu halde içeri girdi. Perdeyi ardından iyice kapayıp: "Selamun aleykum." dedi.
Kılıcını kınından, hançerini kuşağının arasından çıkarıp yerine bıraktı. Börkünü de çıkardı ve diğerlerinin yanına bıraktı usulca. Elimde seccade, öylece ayakta dikilmiş onu seyrediyordum.
"Aleykum selam."
Olduğum tarafa bir kez dönüp bakmadan kuşağını sökmeye kalktı. Seccadeyi hızla katlayıp yanına yürüdüm o an. Kuşağının iplerine uzandım:
"Yardım edeyim."
Kendini yavaşça geri çekti. İpleri elimden kurtarmış oldu böylelikle: "Ben yaparım."
Dış kıyafetlerini çıkarıp gece kıyafetlerini giydi. Güzelce elini yüzünü yıkayıp abdest aldı. Namazını kıldı, Kur'anını okudu, hafifçe sesli okuyordu, ben de duyup dinliyordum.
Bitirdiğinde yerine bıraktı Kur'anı. Gidip bir tas su içti. Ve oturduğum döşeğin ucuna kuruldu. Bir süre hiç ses çıkarmadan boşluğa bakar gibi baktı bir yere. Düzenli nefes alış verişleri imrenilecek gibiydi; zira imreniyordum, çünkü ben bu hususta başarılı olamıyordum.
"Hiç mi bir şey demez insan?" Titrek bir sesle sormuştum.
Cevap vermeyince yutkundum. Acıyordu.
"Mesela hiç sordunuz mu neden bu kız benim yanımda hep ağlar, her şeye nazlanır, her defasında gözyaşı döker, diye."
"Neden?" dedi duygusuz bir sesle.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zühre
SpiritualUzun uzun açıklamaları ilk etapta yapamayacağım sanırım, ama... okursan pişman olmaz mışsın; yani okuyanlar böyle söylüyorlar :))