12. BÖLÜM

41 2 0
                                    

- Soğuğun içine kapanık olduğu günlerden birinde değdi bakışları bakışlarıma. Öyle bulutlu bakıyordu ki, kalbine tutulmasam içimde kalırdı.

İşte böyle başladı masalım. Masal diyorum, çünkü benim için okuduğum aşklardan farksızdı. Yüzünü az buz hatırlıyorum. Yanakları yeni biçilmiş çimen inceliğinde ve toprak kadar yumuşak. Ama bir o kadar ki şakakları bunun tam tersiydi. Acımasız, heybetli bir dağ gibi. Ve sonra gözlerini hatırlıyorum. O maviye çalan yeşilimsi gözlerini. Gökyüzünün denizle kavuştuğu an misali. Ya o kaşları çehresi geniş kartal kanatlarını andırıyordu. Bedeni ince ve uzun, hani görünce dersin ki "Ne sıska, ne çelimsiz bir adam" ama dikkatli bakınca bir o kadar ki başı puslu kurt gibi dik bakışlı. İşte öyle biriydi.

Metroda karşılaşmıştık. Sonra bir daha çıkmadı aklımdan, zihnimden. Onu düşünerek kaç gün kaç gece geçti bilmiyorum. Bir sabah pazardan dönerken bizim mahallenin köşesinde denk geldim. İnanamadım o olduğuna. Dikkatli bakınca tanıdım yakamoz renkli gülüşünden. Ne yapacağımı bilemeden yoluma devam ettim. Yanından geçip gittim. Öğle, akşam ve gece... Hep onu düşündüm. Yağmurlu bir gece de bizim camda gördüm gölgesini. Hafifçe perdeyi arayalıp bakınca anladım o olduğunu. Elinde bir izmarit, başı yerde düşünceli bir halde, ağır ağır ilerliyordu. Böyle böyle bir hayli geçti zaman. Ben bunu artık bayağı takip etmeye başladım. Evini öğrendim. Ailesiyle yaşıyordu. Annesini, babasını, kardeşlerini ara sıra yanında görüyordum. Mesleğini de öğrendim, idealist bir psikolog ve şairmiş. Kendi bürosu da varmış. Bir gün bir plan yaptım, gittim bunun evine. Tıpkı bir hasta gibi. Kapıyı annesi açtı.

"Buyrun hanımefendi" dedi.

Ben de psikolojik sorunların olduğunu ve doktor beyle görüşmeye geldiğimi söyledim. Ara sıra eve hastalarını aldığını söyledikleri için ben de gittim evine. Neyse içeri girdim. Selamlaştık, elimi sıktı.

"Sizi dinliyorum" dedi.

Seni boğuk, dilinde cümleleri yutkun. Heyecanlandım, sesim titreyerek:

"Şey, benim bir sorunum var" dedim. O da bana:

"Birinci şey değil, doktor Josef. İkincisi buraya geldiğinize göre tabi ki sorununuz olmalı. Anlatın, dinliyorum. Sorun ne?" dedi.

Tıkandım, yutkundum. O an ona "Sorunum sensin" demek geldi içimden ama benden kaçar diye demedim. Başladım karşısında onu ona anlatmaya. Ben ona olan aşkımı ona anlatıyorum, o da kendisi olduğunu bilmeden yorumluyor. Sonra birkaç seans sürdü bu. Biz artık doktor, hasta ilişkisini aştık. Artık arkadaş olmuştuk. Beraber gezmelere gidiyor, birbirimizin evine gidiyor, sık sık görüşüyor olmuştuk. Bir gün parkta gezerken aniden durdu ve bana döndü:

"Evlensene benimle" dedi. Şaşırdım, ağzımdan koca bir:

"Neee" narası çıktı.

"Evet, evlen benimle. Ben senden iyisini bulamam, sen de benden iyisini. Tamamlarız birbirimizi. Olmaz mı?"

Evlendik. O kadar mutluydum ki hayalimde ki adamla evlendiğime bunu kelimelere dökmek zor olur, kelimeler yetmez. Mutluydum, mutluydu, mutluyduk. Ta ki o kara bulut bizi içine çekene kadar. Bir an da Josef'in şairliği iyi gitmedi. Artık istediği gibi şiir yazamamaya başladı. Yazamadığı her an da içmeye. Devamlı içiyor, kağıtları parçalıyor, kalemine küfrediyor. Psikolog olmayı da bıraktı, gelen hastaları sarhoş karşılayınca hakkında haberler çıktı. Artık kimse uğramaz oldu. Sevdiğim adam gözümün önünde değişiyordu. Ona yardım etmek istiyordum, bunun için hiç eline kalemi almayan ben oturdum kağıdın başına. Aklıma gelen her cümleyi alt alta sıraladım. Onun için onun adına şiirler yazdım. Onun haberi bile olmadı. Sonra o yazmış gibi dergilere, gazetelere verdim. Hem de defalarca onun ruhu bile duymadı. Onu tebrik ediyorlardı şiirler için o da o kadar sarhoştu ki kendisinin yazdığını sanıp kabul ediyordu tebrikleri. Tüm gün yüzü gülerek geziyordu. O yüzüne kondurduğu o gülücük benim bayramlarımın arefesiydi. Cennetten bir güneş gibi geliyordu gülüşü bana. Onu mutlu etmek için gizlice yazmaya devam ettim, o da kendi yazdığını sanmaya devam etti. Uzun bir süre böyle devam etti düzenimiz. Zar zor toparladım, oysa ki farkında olmadan daha da dağıtmışım. Bir ara bir kaç psikolog arkadaşı geldi evimize. Aralarında eleştirmen, yazar olanlar da vardı. Son şiirden bahsederken şiirle ilgili bir soru sordular. Bilmeden ben cevap verdim. Anlattım uzun uzun şiiri nasıl, hangi duygularla yazdığımı. Bakışlarına bakışlarım değince anladım, yaptığım hatayı. Herkes gitti bir an da evimizden. Başbaşa kaldık. Uzunca baktı bana, bir şey demeden. Sonra çıktı odadan. Kalakaldım öylece. Konuşmadı benimle. Biliyor musun Eflatun, ben onun sesine beş ay  hasret kaldım. Sadece sesine değil, bakışlarına, gülüşüne, sarılışına. Aynı evdeydik ikimiz ama ikimizin de gökyüzü farklıydı. Ne yapsam görmedi beni, ne anlatsam duymadı. Onun sevdiği yemekleri yaptım çöpe döktü, onun sevdiği şarkıları açtım kulağını kapadı, onun sevdiği masalları okudum tek tek sayfalarını yırttı. Yalvardım, yakardım eskisi gibi olmak için. Ama onun bırak eskiye bana dönüp bakmaya bile cesareti yoktu. Öyle nefret doluydu sessizliği. Bana olan kini öyle çoktu içinde. Oysa ki ben kötü bir şey yapmamıştım ona. Sadece onu mutlu etmekten başka.
Neyse beş ay sonra ne oldu biliyor musun? Aramıza bir mucize katıldı. Geçtim karşısına tüm cesaretimle:

"Ben hamileyim Josef, bir bebeğimiz olacak" dedim. İşte o an konuştu benimle:

"Umrumda değil" dedi.

Umrumda değil... İkimizin bebeğine, mucizemize kurduğu ilk cümlesiydi. Konuştum, anlattım bu bebeğin bize iyi geleceğinden bahsettim. Neler neler söylemedim ki. Ama o sadece o cümleyi kurup yine susmaya devam etti. Bir sabah ayağım kaydı düştüm merdivenden. Elimle karnımı tuttum, bebeğime sarıldım. Josef, merdivenin başında bana bakıyordu. Yalvardım, beni hastaneye götürmesini istedim. Yanıma bile gelmedi, sadece baktı baktı. Tek başıma bir çabayla kalkıp gittim hastaneye ve bebeğimi oracıkta kaybettim. Ben perişan halde ertesi gün eve gelirken onu başka bir kadının kollarında buldum. Gülüyordu, konuşuyordu. O an anladım ki, insan kapağına bakarak tutulduğu masalı okuyunca bırakırmış elden. Ben de öyle yaptım. Onu okudum ve orada bıraktım.
Biliyor musun Eflatun? Ben onun kalbinden de cenazemi kendim kaldırdım. Hatta o kadar sessiz kaldırdım ki o beni öldürdüğünü bile anlamadı. Tıpkı ona olan sevgimi anlamadığı gibi."

- Peki onu hala seviyor musun?"

- Seviyor muyum bilmiyorum ama o hala içimde. Benimle beraber gittiğim her yerde."

Eflatun, Eris'in dizinden kaldırdı başını. Eris'in gözlerine baktı, ta içine.

- Neden onu hala içinde taşıyorsun, ağır gelmiyor mu?"

- İnsan dilinde öldürdüğünü içinde öldüremiyor. Ben onu sadece sözlerimde öldürdüm ama sol yanım hep ona ait."

Eflatun ve Eris bu konuşmaları ılık bir sabahın kuytu limanında denizi izlerken yapıyorlardı. O an ikisi de buğulu dalgalara içini bırakıyordu, belki toplar diye.

SARI PAPATYAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin