üçüncü kişi
san odasında dönüp duruyordu, wooyoung wooyoung wooyoung. wooyoung'u kontrol etmek zorundaydı. elbette ailesi kendininki kadar manyak değildi, ama ya öylelerse?
ya wooyoung sadece san yüzünden dövülüyor, istismar ediliyor, aşağılanıyorsa? san paniğe kapıldı, nefesi hızlandı, ya ona bir şey yaparlarsa?... hepsi benim suçum.
nefes almakta, konuşmakta zorlanan wooyoung'un görüntüsü san'ın çoktan dağılmış olan zihnine girmişti. bu görüntüye dayanamadı, bunun yaşanıyor olduğu düşüncesi onu delirtiyordu.
"SİKTİR!" diye hırladı kendisine en yakın şeyi yumruklayarak, maalesef, bu onun aynasıydı. kırılan parçalar yavaşça ayaklarının üstüne düşüp kesikler açtılar.
san kanlı elini aynadan çekti, deli gibi acımıştı ama duygusal olarak umursamayacak kadar hissizdi.
kesikleri silecek ve temizleyecek kadar özen göstermeden yumruğundan küçük cam parçalarını çekerken içini çekti.
san, yapabileceği bir şeyler ararken masa sandalyesine oturdu. çekmecelere bakarken bir şey hissetti, kağıdı çekip çıkardı "doğru...kamp!"
birden gözleri parladı, "bir hafta sonra, bu demek ki..."
kendi kendine hafifçe güldü, bir şeyler planlaması gerekiyordu.
wooyoung
"yani arabasını alması için san'ı götürdün ve o da aceleyle ayrıldı?" seonghwa beni arabasıyla eve götürürken sorduğum soruya başını salladı.
endişelenmiştim.
şu anda kendim için endişelenmeliydim, çünkü kiliseyi kaçırmıştım ve kesinlikle başım beladaydı, ama san'ın babasıyla ilişkisi aklımdan çıkmıyordu.
onlarda kaldığım ilk günü hatırlıyordum, havanın ne kadar soğuk olduğunu, birbirleriyle her konuştuklarında kulağa nasıl zehir gibi geldiğini... san'ın başı beladaydı ve bunu biliyordum.
seonghwa evimizin girişine yanaştı, neyse ki henüz evde kimse yoktu. "onu benim için arar mısın?", seonghwa'nın sesinde endişe vardı. "tabii."
sessiz evime girmeden önce seonghwa'nın uzaklaşmasını izledim. hızla telefonumu çıkardım ve san'ı aradım, daha önce hiç telefonda konuşmamıştık.
sanniii aranıyor...
bir süre çaldıktan sonra arama sesli mesaja geçti. birkaç saniyeliğine sesini duymak rahatlatıcıydı, san'ın sıradan "seni sonra arayacağım" sözlerini söylediği eski bir kayıt olsa bile.
yine de bu yeterli değildi, iyi olup olmadığını bilmeye ihtiyacım vardı. bu yüzden tekrar aramaya bastım.
sonra yeniden...
sonra yeniden...
sonra... son bir kez daha.
gözümden bir damla yaş düştü, "b-belki de sadece dalga geçiyordur?"
ya bir şey gerçekten yanlışsa? babası o kadar ileri gitmezdi, değil mi?
"hayır hayır, bir kez daha arayacağım."
ve öyle de yaptım.
"hey ben san! lütfen mesaj bırakın, sizi daha sonra ararım."
kazağıma doğru ağladım, onun gibi kokuyordu...
arama tuşuna tekrar bastım ama cevap almak için değil, sadece sesini duymak için.
"hey ben san! lütfen mesaj bırakın, sizi daha sonra ararım---"
tekrar.
"hey, ben san! lütfen mesaj bırakın, sizi sonra ararım."
düşen gözyaşlarımı silerken kanepede kıvrıldım.
bir kez daha...
"hey ben san! lütfen mesaj bırakın—
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Take me to church [w.s] / türkçe çeviri.
Historia Cortawooyoung asil ve zarifti, san'ın ise canı sıkılıyordu. ve ikisi kilisede karşılaştılar.