8- Ağaç, Papatya ve Güneş

157 26 1
                                    

"Bir çocuk masumiyetinde kalmak,
Kirli yüzlerin göz deydirmediği
Dokunulmamış bir çiçek.
Güneş kadar parlak sarı
Bahar gibi görkemli yeşil"
E.G.

Aylin

Bankta ne kadar oturdum bilmiyorum. Cebimde buruşmuş bir peçeteyle gözlerimi siliyorum. Denizden ayrılmayan gözlerim sağ taraftan bana doğru bir bedenle odağını oraya taşıyor. İlk önce kim olduğunu seçemesem de gelen kişinin Tarık olduğunu anlıyorum. Yanlış bir zaman onunla karşılaşmak için. Sadece Tarık değil tanıma ihtimalimin olduğu hiç kimseyle bile göz göze gelmek istemiyorum.

Tarık geliyor yanıma, oturmak için izin istiyor. Balkonda oturduğumuzda olduğu gibi yine gülüyorum ona, komik biri diyemem onun için ama göründüğü kişilikten daha farklı biri olduğunu da seziyorum. Kim göründüğü gibi ki zaten? Ben de öyle değilim.
Ağladığımı anladı mı acaba diye düşünmüyorum çünkü ağladığımı görmeyen biri bile sesimden anlar.
Ama sormuyor ağladın mı ya da neden ağladın diye. Belki de fark etmedi, umarım fark etmemiştir çünkü kimsenin beni ağlarken görmesini istemiyorum, utanıyorum. Ağlamaktan uyandığımı düşündükçe gülmek istiyorum sadece.

O kadar iğrenç ve utanılacak durumlara düştüm ki şu zamana kadar. Hepsini hatırladıkça pancar rengine dönmesi gereken suratım onlar yüzünden değil de ağladım diye kızarıyor. Yaşanılanlar insanı bilge yapar aslında, tecrübe olur. Bir daha yapmayacağım dersin ders alırsın yaşadıklarından o çizgide de devam edersin.
Normal bir insan böyle yapar herhalde? Ama ben, inadına gittim yapmamam gereken her şeye.

Yaptıklarım, seçtiğim değil yaşamak zorunda kaldığım ne varsa sadece başıma çorap örmemişti kaderime de ördü.

Şimdi, düşünüyorum da şu yaşıma kadar gerçekten dönmem istediğim hiçbir an yok, bu Allah'ın gücüne giderdi belki çünkü Asiye anne böyle söylerdi.
İsyan etme uşağım, Allah'ın gücüne gider.
Asiye anne yaşasaydı ona şunu söylemek isterdim: İsyan etmiyorum Asiye anne ama sence ben bunları hak ettim mi? Kime ne zararım oldu ki benim kendimden başka?

Tarık, bilmiyorum fark ettin mi ama ben hiç elma şekeri yemedim. Hatta ben hiç şeker yemedim. Tadını da merak etmedim. Şey vardır. Zaten hayatında hiç olmayan birinin ya da eksik olan neyse onun yokluğunu da bilmezsin çünkü hiç sahip olmamış onunla tanışmamışsındır.
Ben genelde var olanların yokluğuyla sınandım. Evet, bir annem, babam ve abim vardı ancak hiçbir zaman varlıklarını hissetmedim çünkü bana acıdan başka hiçbir şey getirmediler.

Ben çocukken yani çocukluğuma kan lekesi sıçramadan önce mahalledeki çocuklar alırdı şeker. Köyde küçük bir bakkal vardı. Her zaman da olmazmış o şekerden öyle söylerlerdi. Sabahın köründe koşa koşa gidip bakkalın açılmasını beklerlerdi. Bizim ev tepede kalırdı biraz o yüzden köyün dinmek bilmeyen yağmurdan hiç kurumayan çamurlu yolu görürdün işte bakkal da o yolun sonunda kalırdı.

Bir gün bir şey oldu, hayatımda şahit olduğum ilk ölüm. Daha önceden buzağımızın öldüğünü ya da evin önünde beslediğim kedinin öldüğünü görmüştüm ama bir insanın ölmesi, bir bebeğin ölmesi çok tuhaf gelmişti. On yaşındaydım ölümün yaşa bakmadığını öğrendiğimde.

Doğması çok zor olmuştu eğer yaşasaydı adını Hatice koymak istediğim kız kardeşimin çünkü ilkokul öğretmenimin adı Haticeydi ve bana tek iyi davranan insan oydu. Okula giden çocuk sayısı azdı, sınıftaki tüm çocuklara çetik örmüştü. Şimdi nefret ettiğim beyaz rengindeki çetiklerimi hâlâ saklarım. Kimse bana adını ne koyalım diye sormadı ama onunla geçirebildiğim on günde kimse duymadan Hatice diyordum ben ona. Çok iri bir bebekti Hatice. Köyde sadece sağlık ocağı vardı onda da sadece bir doktor. Öksürsen de ölümcül hastalığın da olsa o bakardı.
Sadece doğumlarda, o da hava şartları el verirse, ebe gelirdi ilçelerden.

Babam, erkek olacak diye adını bile hazır etmişti Hatice'nin. Alim olacaktı adı, çünkü Alim bilgin demekti ve babam kendinde asla olmayan o özelliği yeni doğacak oğluna verecekti. Ferhat koyarak gerçekten de rahatlığıyla adını yaşatan abimden sonra Alim, büyüdüğünde işlerin başına geçecekti.
Hiçbir şey planladığı gibi gitmedi ve bir kızı daha oldu.

Hatice yüzüne bakmaya kıyamayacağınız bir bebekti. Kocaman gözleri, küçük ama tombul yanakları vardı, onu görmeye gelenler bir daha gelirdi. Öldükten sonra herkes nazar dedi, nazardan çatladı uşak ama kimse Hatice'nin sarılıktan öldüğünü bilmiyordu. Annem, sütten taşacak olan göğüslerinin birini bile emzirmeden öldü Hatice.

Mezarlıkta küçücük bir mezar kazdılar ona zaten el kadar bir şeydi o mezarı bile dolduramadı bedeni. O öldükten sonra hiç ağlamadı annem, bir boğaz eksildi, Allah cennet mekanı versin dedi, sustu.
Mezarın başına diktikleri tahta parçası bomboştu. Bir adı bile konulmamıştı, korka korka mezarlığa gittiğim bir gün ufak kömür parçasıyla ben yazdım tahtaya adını Hatice diye, şimdiye çoktan silinmiştir adı.

Bir iki kez ninem gitti ziyaretine o da dizlerim ağrıyor bahanesiyle bir daha gitmedi ama ben hep gittim. Cehenneme düştüğüm zaman da bile kaçıp gittim yanına onun yanındayken cennette gibi hissediyordum çünkü. Arkadaşım oldu o mezar benim. Okulda öğretmen aferin dediğinde, karnemi aldığımda, babam dövdüğünde... Her şeyi ona anlattım.
Abimin yarım kalan defterlerini kullanırdım, o defteri hiç sevmezdim üzerinde araba resmi olduğu için ama başka defter de yoktu. O defter de çetikler gibi duruyor. Defteri alıp gitmiştim Hatice'nin yanına.
Hem anlatmış hem de çizmiştim deftere boya kalemlerim yoktu, çizdiklerim siyahtı ama ben o kadar çok anlam yüklemiştim ki onlara.

Bak Hatice demiştim, bu güneş sapsarı. Oysa çizdiğim güneş kurşun kalemle çizilmiş boş bir dairenin etrafına gelişigüzel atılmış birkaç çizikten ibaretti. O kadar çok ışığı var ki bakamazsın gözlerin kamaşır. Şey gibi güneşi kime benzetsem diye düşünüyordum anne gibi ama iyi anne. Gülen, çocuğunu seven bir anne, mutlu bir anne. Bu da ağaç, çizdiğim ağaç o kadar büyüktü ki yapraklarla dolu dalları gökyüzüne uzanıyordu. Bu baba demek, çok güçlü bir baba ama çocuklarına vurmayan bir baba, onları dallarının arasında koruyan bir baba, ağacın altına bir de sarı bir papatya çizdim rengi yine siyahtı ama yanına yazdım "sarı" diye, bu papatya da çocuk,babası onu kötülüklerden koruduğu için ağacın altında. Sarı çünkü annesi güneş olduğu için rengini ona vermiş.
Çocuk ruhum, dikenlerle dolu bir gül gibiydi çok dikeni vardı, kurak bir topraktaydı ama özünde bir çiçekti.

Bunları kime anlatsam acıyan gözlerle yüzünde ağlamaklı bir ifadeyle dinler beni.
Gülmenin yasak olduğu bir yerden geldim ben, ağlanacak halime güldüğüm çok oldu ben de ağlamayı yasakladım kendime.

Tarık, seninle konuşuyorum ama aklımda hep bunlar dönüyor. Yediğim erimiş şekere batırılmış elma bana o kadar da tatlı gelmiyor dediğim gibi ben hiç şeker yemedim.

Telefonum çalıyor sonra, Ekrana baktığımda, "Hayri Beyhan" yazısını görüyorum. Hayri Beyhan benim bir zamanlar çalıştığım yerin sahibi. Yanımda oturan Tarık'a doğru bakıyorum. O da ekrandaki isme bakıyor.
" Önemliyse aç lütfen." Diyor. Şeytan görsün yüzünü diyorum içimden. Allah onun bin belasını versin. Arama duruyor bir süre sonra. " Önemli değil diyorum ben sonra dönerim."
Bu numaranın neden hâlâ telefonumda olduğunu sorguluyorum bir yandan.

Kaçtıkça kovalanan, umursamadığım her an zehirli bir sarmaşık gibi beni saran bir geçmiş var.
Hatice' ye yaptığım resimde bir yerde olmak istiyorum şu an. Ne olurdum? Beyaz kağıtta siyah bir nehir belki. Akıp gitmek istiyorum uzaklara. Kimsenin beni tanımadığı bir yere.
Belki bırakırlar yakamı çünkü ben yaşamak istiyorum. Bir nehir değil ama güneş olarak.

HAR (Tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin