2. Bölüm: Yakılmayan tek yer...
Daha birkaç gün önce almıştık haberini. Kral Jungkook'un ordusunun yeni seferi için harekete geçtiğinin haberini, bize doğru yaklaştıklarının haberini...
Bize doğru yaklaştıklarını duyduğumuzda aklımıza savaş fikri gelmemişti bile. Ülkelerimiz yakındı. Güzergâhlarının bir parçası olduğunu düşünmüştük. Hatta methini işittiğimiz yenilmez kral burayı durak noktası belirlemişse nasıl ağırlayabileceğimize dair bir konuşma bile geçmişti. Fakat sonra ordudan iz olmadığı söylenince buraya gelmeyeceklerini sanmıştık. Meğer onlar pusudaymış.
Aklım almıyordu. Apokaliptik bir tahayyülün içinde gibi hissediyordum hem yerin hem göğün kara olduğu yerde. Lakin tamamen gerçekti. Tüm duyularımla algılayabiliyordum. Askerlerinden biri saraya girip yeni kralımızın bizi güneşin doğumuyla birlikte selamlayacağını, o vakitte mutlaka meydanda bulunmamız gerektiğini söyledikten sonra yatağımda yatamamıştım. Zaten yattıkça soluğum kesilip öksürüyordum. Zihnim de bedenim de uykuyu kabul edebilecek bir halde değildi.
Ayaklarım beni tarlalarımıza götürdü. Her zaman bana sükûn veren yerlerde bir aşağı bir yukarı geziyordum. Sanki ben gezdikçe buralar eski, yeşilin ağırlıklı olduğu rengarenk haline dönecekmiş gibi ya da sadece kendimi bu yeni, koyu renge inandırmak için.
Bomboş hissediyordum.
Duygularım bedenimi terk etmiş gibi. Bazense tüm duyguları aynı anda yaşıyordum sanki. Üzülmüştüm, sinirlenmiştim, aynı zamanda gülmek istiyordum. Belki de ne hissetmem gerektiğini bilmediğimden böyleydim.
İleride yanmayan bir arazimiz mi vardı? Daha iyi görebilmek için istemsizce kaşlarımı çattım. Koşmaya başladım. Gerçekten... Ellerim ağzıma gitti. İşte şimdi gülüyordum. Şaşkınlığıma karışmış gülüşümle arsaya bakmaya devam ettim. Yanmamışlardı. Yukalar...* Yanmamışlardı. Gözümden şaşkınlık ve mutluluğa karışan bir damla akarken tüm vücudumu yine sinir kapladı. Yere çöküp dizlerimi karnıma çektim. Kollarımı bacağıma sarıp dizlerime yattım. Öylece yukaları izlemeye devam ettim.
~~~
Güneş yüzüme vururken uyandım. Şu an meydanda olmalılardı. Böyle nasıl uyanmadan durduğumu bilmesem de hemen silkelenip ayağa kalktım. Güneşin konumuna bakacak olursak çoktan selamlanmış olmalıydık.
Yokluğumu fark etmemişlerdir diye umuyordum. Yine de seri adımlar atıyordum. Onca insanın arasında bir kişinin yokluğu fark edilmezdi herhalde diye kendimi avutuyorum.
Bogum karşıdan telaşlı bakışlarla görünmeseydi kendimi rahatlatmaya devam edecektim. Ancak Bogum'u dünkü sinirli halinin tıpatıp aynısıyla görmüştüm. Biraz sonra bana bir yumruk çakacakmış gibiydi. "Senin amacın ne?" Ağzımı açacakken kolumdan tutup sürüklemeye başladı. Konuşsam daha kötü olacaktı sanırım. "Meydana gelmeyip burada gezerken aklından ne geçiyordu?" Öksürüklerim içime kaçarken "Nefes bile almakta güçlük çekiyorsun. Canına kıymaya meylin olduğunu bilmiyordum. Burada havasızlıktan ölemezsem yeni kral başımı elime versin diye düşünüp mü gelmedin?" diye iğneledi.
Tek laf edemedim. Ne desem beyhudeydi. Bir de burada uyuduğumu söylesem, Tanrı bilir, Bogum nasıl sinirlenirdi. Söylediği her şeyde çok haklıydı. "Ne oldu meydanda?" diye sordum.
Süratimizi biraz olsun kesmeden "Bizi selamlamaya geldi, askerleri onu takdim edip biat etmemizi söyledi. Bizler de diz çöktük. Kralımız, yani bizim kralımız sana bakınıp duruyordu. O öyle bakındığı için mi fark etti bilmiyorum, aramızda eksik olduğunu anladı." Son cümleyi söylerken yine ses tonu öfkesini belli etti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The King Invincible | Taekook
FanficKral Jungkook eli çenesinde bir süredir sehpasının üzerindeki haritaya bakıyordu. Aslında dikkatli bakıldığında gözünün tek bir yerde takılı kaldığı anlaşılıyordu. Kesinlikle haritadaki küçük ve yeşil renkle işaretlenen yere bakıyordu: Kim Ülkesine...