Metallica~ fade to black
"İ never said it back"
Bucky bir kenara oturup elindeki koyu kırmızı karanfilleri toprağın üzerine bıraktı. Altında sevdiği kadının yattığı toprağın...
Tam üç ay geçmişti onu kaybetmesinin üzerinden. Onsuz geçen tam üç ay. Sam onu alışacağı konusunda her ne kadar telkin etse de, söylediği gibi olmamış; yokluğuyla eklenen her gün bir parçasını daha kaybetmeye başladığını hissetmişti Bucky. Her gün biraz daha sızlıyordu kalbi.
"Biliyor musun?" dedi hüzünle gülümseyerek. Üç ay yokluğunun acısına alışması için yeterli bir zaman değildi. "Çiçek sevip sevmediğini ya da hangisini en çok sevdiğini hiç bilmediğimi farkettim."
Böyle bir kadını seveceği hiç aklına gelmezdi.
O kadını tanıdıktan bu kadar kısa süre sonra kaybedeceğini ise hiç bilmek istemezdi...
Canı acırken güldü, "Guns and Roses sevdandan dolayı gülleri sevebileceğini düşündüm." dedi. Grubun solistine ayrı bir hayranlığı vardı ve Bucky hiç itiraf etmese de onu kıskanmış, sevgisini sadece kendisine istemişti. "Ama bence karanfilleri severdin."
Elinin altındaki toprağı okşarken, "Nedenini sorma," dedi sevdiği kadının yüzünü zihninde canlandırırken. "Sadece, güzelliğini en iyi yansıtan çiçeklerden birisi karanfiller."
Sonra sustu, çünkü konuşmaya devam ederse kendine bile itiraf edemediği, ruhunun sancımasını sağlayan şeyleri anlatırdı.
En çok canını yakan şeyi; istediği zaman ona son kez sevdiğini söylememesini.
Son nefesini verirken bile ona aşkla bakan gözlerini aklından hiç çıkaramıyordu.
Kâbuslarını yok eden kadının en büyük kâbusu olacağını nereden bilebilirdi ki?
Omzunda bir el hissettiğinde gözlerini yumdu.
Önce kokusu, sonra da nefes alış veriş sesleri gelmişti.
"Beni artık sevmediğini düşünmeye başlayacağım." dediğinde her gün duysa da, sesini ne kadar özlediğini farketti, boğazı düğümlendi.
Başını iki yana salladı. "Gözlerimi açtığım zaman gidiyorsun." dedi kızın dizlerine kafasını koyduğunu hissettiğinde. Dokunmaya yeltenmedi çünkü o zaman da gidiyordu aniden. "Biraz daha kalman için..."
Bir kere daha adım sesleri duyduğunda gözlerini açtı ve sevdiği kadını etrafında bulamadı. Gözlerinin dolmaması için derin bir nefes alıp yukarı baktığında, Stefan Salvatore giydiği takım elbisesinin tozlanmasını umursamadan onun gibi yere oturdu.
"İlaçlarınızı almıyor musunuz, bay Barnes?"
Kafasını iki yana salladı gözlerini mezar taşından ayırmadan. "İşe yaramıyorlar."
"Denemiyorsunuz."
Doğru, denememişti. Göremese de, dokunamasa da bir şekilde sesini duyuyor ve varlığını hissedebiliyorken denemek istememişti.
"Hiç bilmediğim bir kasabanın en sevdiğim anılara ev sahipliği yapabilmesi ne garip." dedikten sonra yorgun bakışlarını ona yöneltti. "Hiç bu kadar mağlup hissetmemiştim."
"Tek istediği sevdiklerini korumaktı."
Bunu yaparken ölmesi acıtıyordu.
"Kardeşi beni suçluyor," dedi iç çekerken. "Haksız da sayılmaz."
"Tek suçladığı sen değilsin." dediğinde ne kadar işe yaramayacağını bilse de teskin etmeye çalışıyordu. Zaten kendini aklamak onun için bu kadar zorken bir de sevdiği kadının kardeşi tarafından suçlanması işleri daha da zorlaştırıyordu. "Aynı zamanda kendinden de nefret ediyor, ablasının ölümüne sebep olduğunu düşündüğü için."
"Beni burada bırakması haksızlık." dedi yüzü acıyla kasılırken. "Birlikte yaşadıysak birlikte ölmeliydik."
"Aklından bile geçirme." dedi Stefan başını iki yana sallayarak.
Ace, onun için ölmüşken, Bucky onun için yaşamalıydı.
Alayla güldükten sonra, "Endişelenme," dedi. "Yapsam bile yanına gidemeyecek kadar çok günah var ruhumda."
Bir süre hiç konuşmadılar. Tenlerini okşayan rüzgârın uğultusunu kulaklarında hissettiler, sonbaharın kasvetli havası zihinlerine çöken pusa karıştı.
Farketmeden aynı anda artık nefes almayan kadınla yaşadıkları anıları düşündüler.
Stefan'ın, onun küfürlerini bile özleyeceği aklının ucundan geçmezdi. Aralarındaki özel bağı düşündü. Hayır, ondan hiç hoşlanmamıştı; bu çok farklı bir bağdı. Sadece terapisti olmamıştı, gözlerindeki yalnızlığa ortak olmuştu, değer verdiği sayılı kişilerden birisi olmayı başarmıştı.
Şu an burada olsa, midesizce küfürler etse diye geçirdi aklından. Elbette yine onu kibarca terbiye etmeye çalışırdı ama konu bu değildi.
"Bir yerde okumuştum," diyerek sessizliği bozdu Stefan. "Ruhlar onları düşünen kişiyi görebilir, izleyebilirlermiş."
"Öyleyse çok meşgul olmalı."
Çünkü biliyordu, her ne kadar kendi daha çok düşünse de, diğerleri de kendilerine Tatum'ı her fırsatta hatırlatıyor, burada olduğu ihtimalleri hesaplıyorlardı.
"Bu kadar kalabalığın içinde onu ondan daha iyi tanıyan birisini bulamış olması kötü." dediğinde Stefan ona anlamazca bakmıştı.
"Ne demek istiyorsun?"
"Mesela Rammstein'ın 'Mein Herz Brennt' şarkısının çocukluk travmalarını tetiklediğini ve ona kendini anlatan, en yakın hissettiğü şarkının 'Fade To Black' olduğunu bilmediklerini farkettim." dediğinde terapisti, neredeyse her şeyini bildiğini düşündüğü kadın hakkında bunları hiç bilmediğini farketti.
"Ayrıca Fade To Black şarkısını her dinlediğinde; beşinci dakika, dördüncü saniyesinde gözlerinin dolduğunu ve bunu saklamak için gözlerini kapattığını da benden başka kimse bilmiyor."
Stefan gizleyemediği şaşkınlıkla ona baktı. Yıllardır yanında olan insanlar bunun gibi küçük detayları farkedememişken bu adam nasıl bu kadar kısa bir süre de onunla ilgili en küçük bir detaya aklında yer tutabilmişti?
"Sam'in seninle konuşmasına izin vermelisin."
Bir şey söylemedi Bucky. Sadece birkaç saniyeyle Tatum'ı kaybetmişken istese de Sam'i affedemiyordu. Belki de üç ay bunun için henüz yeterli değildi.
~Mutsuz ve sonsuz~
Bir kurgunun daha sonuna geldiik...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Chaos And The White Wolf ~Bucky Barnes [Tamamlandı]
Fiksi PenggemarSmut warning ⚠️ Bucky ve Sam'in biraz ara vermek amacıyla gittiği kasabada işlenen cinayetlerden dolayı Lords Of Chaos çetesinin de bu cinayetleri çözmek için gitmesiyle işler karışır. Cinayetler Chaos ile bağlantılıdır ve bunu çözmez ise dava üzer...