5: cold autumn night and violet

180 13 173
                                    

* '~' zaman atlamalarının olduğunu belirtmek için var

Aynadaki de hatalı düşününce daha çok
Aynadakine diyo'sun 'oluyo' mu böyle?

-Mavi,gözlerindeki ay

Ev dediğimiz yerin sıcak olması gerekirdi, değil mi? İçine adımını attığın an, kokusuyla rahatlatan, güvende hissettiren, seni sen yapan yer olmalıydı. Mutlulukla gülümseyebileceğin, ağlamak istediğinde çekinmeyeceğin, kızarken sakinleşebileceğin, açken doyabileceğin bir yer. Fakat bazılarımız bunu tatmaktan mahrum bırakılmıştık.

Üniversitenin ilk gününü unutun, sahte olan gülümsemeler sadece oraya ait değildi. Evim dediğin yerde bile bazen mecburdun gülümsemeye. Birbirine karışmış çatal bıçak sesleri de bu sahnenin bir parçasıydı. Ağzındaki lokmayı çiğnerken bile gülmeli, başını ve bedenini dik tutmalı, sakın ifadeni bozmamalıydın.

Şanslıydım ki bu gün 'önemli misafir' vardı, en azından sayelerinde sevdiğim yemeği yiyebiliyordum. Tabii sonraki günleri düşünürsem boğazıma düğümlenirdi. Yemek yerken bile bastıran pişmanlık hissiyle yavaş ve nazikçe çatalı ağzıma götürdüm. En az otuz beş kere çiğnemeli ve yutmam gerekti.

Karşımda oturan hayatımda ilk kez gördüğüm bu aile de sahnemizin bir parçasıydı. Belki de onlar da bu oyunun farkındaydı, sahnenin bir parçası değil de, rollerini üstlenmişlerdi sadece. Omuzlarından sarkan uzun ve kahküllü düz siyah saçlar, orantılı yüz hatları, hafif pastel tonlarda makyaj ve sade ama şık gösteren takım giyen bu kadın, Hirota ailesinin tek kadın üyesiydi. Hemen solunda oturan, muhtemelen babamla yaşıt, yaşına rağmen genç ve yakışıklılığını koruyan yabancı-alman eşi ve geldiğinden beri gözlerini asla üzerimden çekmeyen melez oğlu, Hirota Maki.

Sunghoon "antrenmanım var", diyerek sıyrılmıştı bu yemek saçmalığından. Onun gibi çıkış yolum olmadığından, katlanmak zorunda kaldım ben de, her zaman yaptığım gibi. Sadece iş konuşularak biten yemeğin ardından oturma odasına geçmek için ayaklandık. Evet, tam odama kaçma zamanı diye düşündüğüm ana lanet ettim bu kezde.

"Ji, misafirimizi kendi odanda ağırlasan sen de. Belli ki bizim aramızda canınız sıkılıyor."

"Evet, canım sıkılıyor, ama bu sadece şu ana ait değil, Anne" demek istedim, ancak beklentiyle bana bakan yüzlerin olduğu bu anda sadece kabul etmek zorunda kalmıştım. Oturma odasına çıkıp merdivenlere doğru giderken durdum, "Bahçeye çıkalım."

Daha ilk kez gördüğüm bu yabancıyı özel alanıma asla götüremezdim. Odam, benim bu evdeki tek güvenli yerimdi. Onu da bu oyunun bir parçası yapamazdım. Eylülün son hafif rüzgarlı akşamıydı. Rüzgar başta tenimi okşasa da, soğukluğunu belli ediyordu. Her ne kadar bahçedeki salıncakta oturmak istesem de, bunu sonra yalnız başıma yapmayı yazdım bir kenara. Koltuklardan birine geçip oturduğumda hala rahat edememiştim. Bakışları geldiği andan beri değişmemişti. Ne ifade ettiklerini anlamak istesem de naifleydi.

Japonya'dan yeni dönmüşsün öyle mi?"

"Evet." Bunu nereden öğrenmişti ki? "Ben de Almanya'da okuyorum, Tıp."

"Güzel." Başka ne söyleyebilirdim ki? Dikkatlice incelediğimde daha çok babasına benzediğini fark ettim ama gözlerini kesinlikle annesinden almıştı. Gülümserken çıkan gamzeleri, güzelce kesilmiş saçı ve vücudu vardı. Olabilecek ideal tipti bazıları için. Ama bu çocukta içime sinmeyen bir şey vardı, bundan emindim. Hareketleri, bakışları ve konuşurkenki tarzı tuhaftı.

broken mirrors | nishimura rikiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin