2: the one with -100

199 16 78
                                    


Bir aynanın kırık yüzünde yansıyan,
Unutulmuş hayatların derin sırlarıydık.
Bir zamanlar parlak gözlerle bakmışken dünyaya,
Şimdi solgun bir rüyanın içinde kaybolmuş hikayelerdik.


Tüm kesimler için aynı görünen, ancak okunduğunda farklı duyguları yansıtan anlamlı bir kelime: 'Aile'. "Aileni seçemezsin, ancak kendi geleceğini seçebilirsin" cümlesi, afişlerde boy gösterirken gerçeğin böyle olmadığını anlayanlar arasındaydım.

Ben ve benimle aynı kaderi paylaşanlar, kendi geleceklerimizi seçme lüksüne sahip değildik. Bizler bu hayata birer piyon olarak gelmiştik. Ne zaman oyun dışı kalacağımız ise hiçbir zaman bizim kontrolümüzde değildi.

Kendimizi parçalayıp sunalım ya da umursamaz bir tavır takınıp öyle devam edelim, sonunda yine aynı muameleyi görecektik. Şu an olduğu gibi.

"Beklendiği gibi, kendine dikkat etmemişsin."

Odanın kapısını kapatarak adımını içeri atarak girdi. Topuklu ayakkabısının tok sesi, hafifçe olsa da yankılandı. İlk kurduğu cümlenin bu olması trajikomikti.

"Altı yıl geçti, ama hala bir türlü değişmeyi beceremedin Yeon-Ji."

Aslında çokca değişmiştim, hatta fazlasıyla. Altı yıl önce on dört yaşındaki ben, şimdi yirmi yaşındaydım. Saçlarım eskisi gibi uzun ve gür değildi; kahküllü ve omuzlarıma değen kadar uzunluktaydı. Boyum, eskisine kıyasla uzamış ve yüzüm az da olsa olgunlaşmıştı. Aynada gördüklerim bunlardan ibaretti. Yine de sesimi çıkarmadım; neyse ki değişen sadece fiziksel görünüşüm değildi. Eski, asi Yeon-Ji'nin yerini, galiba olgunlaşmış biri almıştı.

"Neden Kore'ye döndüğünü sormayacak mısın?" diye sordu.

"Sorsam söyleyecek misin ki?"

Hadi ama, bunu gerçekten yapmayacağını ikimiz de biliyorduk Anne. Açıklamak isteseydin, daha önceden bunu söylerdin. Daha önce nasıl yolladıysanız öyle de geri çağırmıştınız. Nasıl giderken sorgulamadımsa, şimdi de aynısını yapacaktım.

"Her neyse, eşyalarını yerleştir ve uyu. Sabah kahvaltıda ol. Gecikme."

Küçük mırıltılarla onaylayıp çantamı elime alırken kapanmaya yüz tutan kapıyı durdurdu ve "Ve yarın benimle birlikte geliyorsun." diye ekledi.

Bunun anlamının ne olduğunu ikimiz de çok iyi biliyorduk.

~

Penceremden yayılan sabah güneşinin henüz yeni yeni ısınmaya başlayan ışınlarıyla uyandım. Gözlerimi tekrar kapamadan önce elime aldığım telefondan saate bakmıştım, altıya geliyordu. Geç saate uyumanın verdiği yorgunlukla zorla yataktan kalkıp banyoya ilerledim.

Günlük duşumu ve rutinlerimi hallettikten sonra üstümü değiştirdim ve son kez üzerimi ve saati kontrol ettim: 07.15. On beş dakika sonra başlayan kahvaltıya yetişmiştim. Merdivenlerden inip salona doğru yöneldiğimde içimdeki anlam veremediğim gerginliğle başa çıkmaya çabalıyordum. Uzun bir aradan sonra tekrar bu masada "sevimli" aile kahvaltımızı yapacaktık.

Salona indiğimde, sessizlik hüküm sürüyordu. Çalışanların hazırladığı masayı es geçip, tabletindeki haberlerle uğraşan babama doğru ilerledim. Adımlarımın sesinden kafasını tabletten kaldırıp bana baktı.

"Ji, seni görmek güzel" dedi. Sesindeki tınıdan ne hissetmem gerektiğini çözememiş olsam da küçük bir gülümseme yolladım ve "Merhaba Baba" dedim. Sesimi olabildiğince sıcak tutmaya çalışarak.

broken mirrors | nishimura rikiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin