1: farewell moment

398 22 119
                                    


Zamanın dalgalarıyla silinen izler,
Bir zamanlar coşkulu adımlarla yürüdüğümüz yollardı.
Anılar, eski sayfaların arasında saklıydı,
Ve her dönüşte, unutulmuş duyguları hatırlattı.

Bilinmezliklere doğru sürüklenen hayat, geri gelmeyeceğini bildiğimiz bir nefes, asla tekrarlanmayacak olan anılar, aynı hisleri tadamayacağımız sohbetler ve diğer her şey... Hayatın bize büyük, tatlı bir pamuk şekeri gibi sunduğu bu şeylerin hepsi ağzımıza attığımız an yok olur. Sonrasında malum, her yerine yapışık kalan eski tadını ve hevesini veremeyen, ardında kalan o huzursuz edici hisler.

Yokuş yukarı, kısık zorla aldığım nefeslerle ilerliyordum. Yazın bunaltıcı sıcağı, batan güneşle birlikte azar azar yok olmaya başlamışken, bu güzel havanın tadını çıkaramayacağım için içten içe üzülüyordum. İşten çıkma saatine denk geldiğim için, saatler öncesine kıyasla şimdi daha canlıydı. Seslerin içinde kaybolan düşüncelerimle yaşadığım anın tadını çıkarıyordum.

Son birkaç adımdan sonra yıllardır bıkmadan hevesle girdiğim apartmana tekrar adımımı attım.

"Yine neden geciktin?!" diye sordu.

"Sana da merhaba, Hiyyah!" Çantamı yan askılığa asmış, diğer elimle de kapıyı kapatmış ve yüksek sesle mırıldanmıştım. Ellerini beline yaslayarak sahte bir kızgın ifadeyle mutfağın kapısından belirdi. Üzerindeki önlük, saçları ve yüzüyle uyumlu bir renkteydi - pembe. Kıkırdamamak için çaba sarf ettim.

"Tamam, tamam, öyle bakma, elim ayağım titredi." Kısaca göz devirip gözden kayboldu. Üzerimdekilerden kurtulup rahat bir şeyler giydikten sonra banyoya ilerledim, işlerimi hallettikten sonra yanına gittim.

"Benim güzel ev arkadaşım, neler yapıyormuş bakalım, hmm?" Bugün yemek pişirme sırası ondaydı ve bu yüzden eve dolanarak en uzun yoldan gelmiştim. Tabii bunu bilmesine gerek yoktu.

"Masayı sen kurarsan görebilirsin." Mızmızlanarak dediğini yapıb, bacaklarımı kendime doğru çekerek beklemeye başladım. Hoş kokular yayılıyordu etrafa.

Saatler sonra elime aldığım telefona baka kaldım. Yazılmış olan iki mesaj, hissettirdiği min bir duygu. "Ji, bir şey mi oldu?" Hiçbir şey demeden masadan kalktım. Kulağım da çalan telefonla balkona doğru hızla ilerledim. Açıldığını belli eden sesle,

"Ne demek, Kore'ye dönüyorsun?"

"Hazır ol, iki saat sonra uçağın kalkıyor. Taksi görünümlü araba sana eşlik edecek. Apartmanın tam önünde olacak. Sadece gerekli olan eşyalarını al."

"Ne kadar süreliğine?"

"Sonsuza dek."

Bitişini belli eden sesle telefonu kulağımdan uzaklaştırdım. Birkaç saniye sonra gelen bildirim sesiyle biletimi yollamıştı. Her şey bu kadar kısa ve netti. Saat 17.30, tam bir saat kırk dokuz dakika sonra kalkacak bir uçağım olduğunu daha şimdi öğrenen bir ben vardım.

Hayatın akışı boyunca, önümüze sunulan seçeneklerin ne kadar gerçekten bizim hür irademizle yapıldığına dair inansakta öyle değildi. Önümüze sunulan seçimler bile önceden belirlenip öyle sunulur. Ve bizler "hür irade" adı altında belirli olanların içinden sadece birini seçeriz. Adeta bir tiyatro sahnesinde baş rol oynuyormuş gibi hissederiz. Özgürce seçtiğimizi düşündüğümüz her eylem ve tercih aslında daha büyük bir düzenin parçasıdır.

Kimi zaman aslında seçenekler arasında belirli bir çerçve içinde sıkışıp kaldığımızı fark bile etmeyiz. Bu çerçeve, yalnızca görebildiğimiz seçeneklerle sınırlıdır ve gerçek potansiyelimizi keşfetmemizi engeller. Sahip olduğumuz özgürlük, belki de sadece görünüşte bir illüzyondur ve aslında ucu bucağı olmayan bir çerçevenin içine hapsolmuş karıncalar gibiyizdir.

broken mirrors | nishimura rikiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin