― ❛on dördüncü bölüm❜

248 30 1
                                    

Okul hemşiresi, bana 'üçkağıtçı' dermiş gibi baksa da izin kağıdını imzalamaktan geri durmadı. Ona teşekkür ettim ve çabucak revirden ayrılmak için hareketlendim. Devamsızlık için izin belgesini görevli öğretmene teslim ettikten sonra adımı imzaladım aynı hızla okuldan çıkmak için hareketlendim. Mingyu ile havuz deposunda olanlardan sonra, okul dışındaki her yerde olabilirdim. O tuğla binayı ben görmek bile içimde kalan son cesaretimi okulun kaldırımında tekmeleme isteği uyandırıyordu.

Sırt çantamı omzuma atarak eve doğru yol aldım. Tanıdık bina beni rahatlattı ve ön tarafta oturan eski gümüş sedanı gördüğümde hafifçe gülümsedim. Anahtarları çınlayarak cebimden çıkartıp kapıyı açarken evin içinden yaklaşan ayak seslerini duydum. Annem meraklanıp kapıya gelmişti anlaşılan.

"Wonnie? Bu saatte evde ne yapıyorsun?" diye sordu annem hemen, kaşları kırışırken beni içeri çekip elini alnıma bastırdı. "Hasta mısın? Ateşin yok gibi." Endişeli yüzüne güldüm ve mutfağa gitmeden önce ona sarıldım, çantamı ada tezgahının yanına bırakıp taburelerden birine oturduğumda annem etrafımdan dolandı, bana bir bardak meyve suyu koyarken endişeli bakışlar attı ve marketten aldığı bir paket kurabiyeyi ikramlık olarak yanına ekledi.

"Anne, gerçekten iyiyim. Bu sabah biraz hasta hissettim, ama eve gelirken düzeldi." diye yalan söyledim gözlerimi annemden kaçırarak, benim için endişelenirken ona yalan söylediğim için biraz suçluluk duydum. Annem sadece iç çekti, başımın tepesini okşamak için bana doğru geldiğinde şakağıma hızlı bir öpücük kondurdu ve gövdemin etrafındaki kapüşonu sıkıca sararak fermuarını iyice çekti. Tekrar ona baktığımda, biraz da olsa endişeli ifadesinin rahatladığını gördüm.

İnsanlar sık ​​sık birbirimize benzediğimizi söylerdi ve nedenini anlayabiliyordum; Saçımı açık karamel rengine boyatmadan önce, aynı siyah saçları paylaşıyorduk. Dudaklarım aynı onunki kadar küçüktü, onun koyu renk tilki gözlerini ve sert yüz hatlarını miras almıştım. Annemin gözlerinin kenarlarında, yılların verdiği kaz aykaları ve altlarında koyu renkli torbalar olsa da, simamız benziyordu. Yüzünde her zaman nazik bir gülümseme ve gözlerinde küçük bir parıltı olmasına rağmen genellikle yorgun görünürdü.

"Kendine dikkat et Wonnie." dedi annem, meyve suyumu yudumlarken yanağımı şefkatle sıkarak. "Zaten Seulgi için yeterince endişeleniyorum, senin için de endişelenmek istemiyorum."

"Merak etme." dedim, oturduğum yerden annemin beline sarılırken, gülümsemesi içimi ısıtıyordu.

"Ah, bu arada.." dedi annem, ellerini çırptıktan sonra mutfaktaki sandalyelerden birinin arkasına asıtığı çantasını karıştırmaya başladı. Eşyalarını kurcalarken memnuniyetsizlikle dilini şaklattı, sonunda katlanmış bir broşürü çıkarıp bana verirken zaferle "aha!" dedi. Ona sorgulayıcı bir bakış attım ama bana sadece broşüre bakmamı işaret etti, yüzünde heyecanlı bir gülümseme vardı. Elimdeki küçük kağıda baktığımda, şehirden arabayla yaklaşık iki saat uzaklıktaki küçük bir kasabadaki bir sahil beldesinin reklamı olduğunu gördüm. Kafam karıştı.

"Güzel gözüküyor?" Annem gülerken tek kaşımı kaldırdım, arkama geçerek omuzlarıma sarıldı, çenesini başımın üstüne dayamıştı. "Ve bunu bana gösteriyorsun çünkü...?"

"Önümüzdeki haftasonu küçük bir tatile çıkmaya ne dersin? Sen, ben, baban ve Seulgi. Baban hafta sonu için Amerika'dan dönüyor." dedi annem ağzım bir karış açık kalırken. Dördümüz daha önce nadiren tatile giderdik, sadece şehir dışına yerel geziler yapmıştık. Babam her zaman iş gezilerinde olduğundan, aramızda hiçbir zaman gerçek bir baba-oğul ilişkisi olmamıştı. Bu yüzden eve döndüğünde hiç bir zaman seyahat etmemiştik, genelde birlikte vakit geçirmek için evde kalırdık. Annem de nadiren hastaneden izin alırdı, aslında genellikle ekstra ücret karşılığında hafta sonları çalışmayı tercih ederdi.

sheets―Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin