15. Acının Elli Tonu

4.2K 254 59
                                    

Bölümler her pazar yayında olucak..

Nasılsınız?

İyi okumalar diliyorum güzellerim. Oy ve yorum atmayı unutmayınnn.


***

Yılbaşından 2 hafta sonra.

İsviçre.

Elimdeki dosyayı pes ederek yere fırlattım. Nalet dosya bir bilgisayara neden kaydolmazdı ki? Sabahtan bu yana bir sürü dosya işlemiştim, sonuncuya geldiğimde ise hata veriyordu. Bilgisayar mı bozuktu dosya mı? Başıma giren ters bir ağrı ile yüzümü buruşturdum. Uykusuzluk artık beynime de vuruyordu, ve iş saatleri içerisinde bunu misliyle ödüyorum. Bu küçük kasabada ücretsiz bir şekilde hayvanları tedavi ediyor, onların her türlü bilgisini dosya haline getirip kendime biraz daha fayda sağlıyordum. Ücret almak istememiştim, zaten çoğu ailenin durumu yoktu ama bir veterinere oldukça ihtiyaçları vardı. Ücretsiz yapsam da farklı farklı hayvanlar hakkında daha fazla tecrübe kazanmak beni işimde iyi yapıyordu.

Masadaki telefonumu yandaki tuşuna basıp açtım. Kilit ekranındaki saate baktığımda çoktan saatin 19:23 olduğunu görmüştüm. Hızlıca kendimi toparlayıp dışarı çıkmak için hazırlandım. Kabanımı sıkıca bağlayıp çantamı da kapıp çıkmıştım. İsviçre'nin dondurucu soğuğu ile baş etmeyi 2 haftada öğrenebilmiştim. Hedef İsviçre miydi? Hayır. Hedef Londra olmuştu, fakat ben herkesten uzak sakin bir hayat geçirmek için buraya kaçmıştım. Ciddi anlamda kimseyle görüşmüyordum. Sadece haftanın bir günü Naz ve Melis'i başka telefonlardan arayıp iyi olduğumu söyleyip kapatıyordum.

Melis. O Londra'da kalıyordu. Bora ile ayrıldığı günden sonra kurduğu düzen vardı orada. Evi, işi kısacası mutluydu. Yani en azından ben öyle biliyordum. Fakat hala Bora'yı beklediğini de biliyordum. O gece yatta Bora hiç birşey söylememiş sadece zaman istemiş Melis'ten. Melis ise tabiki vermemişti. Melis Bora'ya sadece bir ultrason fotoğrafı ve bütün kendi acılarını bırakmıştı. Bütün yükü artık Bora'nın omuzlarındaydı.

Naz ve Metin ise İstanbul'da kalıyorlardı. Sadece bir hafta kadar Londra'da kalmış sonrasında ise bütün acılarını geride bırakarak İstanbul'a gitmişlerdi. Güvenli ve sağlıklıydılar. Beraber aynı evde kalıp birseyler için çabalıyorlardı. Naz'ın söylediğine göre babam onları sağlam bir eğitimden geçirmişti. Hiç okula gittiler mi bilmiyorum ama herşeyi bildiklerine emindim. Deneyimlerini konuşturarak bir işe girmişlerdi, tam olarak neydi bilmiyorum ama mutlulardı. Herkes mutluydu.

Ben ise...

Ben artık herkese uzaktım.

Herkeste bir okadar uzaktı benden.

Herkesim oldukça uzaktı benden.

Ellerimi cebime sokup yürümeye devam ettim. Sokaklar bomboş ve karanlıktı, hafif loş bir sarı ışık dışında hiç birşey yoktu. Zaten genelde bu saatlerde bu kadar sessiz ve sakin olması normaldi, pek kimsede yoktu zaten kasabada. Bir kaç küçük cafe, tek tük dizilmiş evler, bir tane anaokulu, ve benim küçük kulübe tarzı olan yerim vardı. Evim kasabanın girişinde, açtığım yer ise kasabanın en sakin kısmında yani çıkışına doğru yer alıyordu. Ve ben bu mesafeyi her gün yürüyordum. Çok uzak değildi fakat çok soğuktu.

Ve şuan için bu düşüncelerimi bastıracak birşey farketmiştim.

Bir okadar sessiz ama bir okadar da ses veren biri vardı arkamda.

Beni takip ediyordu.

Derin bir nefes verip elimi kabanımın cebinden çıkardım, elimi kabanımdan içeriye sokup mavi bol kotumun belindeki bıçağı çıkardım.

Ruhlardaki İzler Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin