Yemek için girdiğimiz mekân görevlilerin etrafta dolandığı, sunumlu tabaklardan ve süslü yiyeceklerden yer kalmayan devasa masalardaki insan kalabalığı ile hem pahalı hem de garip bir şekilde kendini güvende hissettiren sıcak bir mekandı. Merdivenle ikinci katına çıktığımız restoranda dikkatimi çeken en özel şey kristal avizeli, sarkık aydınlatmalardı. Tıpkı bir sarayın yemek salonundaymış izlenimi veren bu detay kendimi özel hissetmemi de sağlıyordu. Bir prenses gibiydim. Rüzgâr elimi tutarken bulutların üzerinde süzülen bir tür melek gibi hissediyordum. Onunla daha önce yemek yemiştik ama genelde daha mütevazi yerleri tercih ediyordu. Abisi Kaya gibi gösterişli mekanlarda yemek yemekten kaçındığını düşünüyordum. Sonradan yemek için mekânı Yağız'ın ayarladığını öğrenince şaşırmadığımı da belirtmeliyim. Bu yemek bizim ilk aile yemeğimizdi. Biraz eksik ve mahzunduk belki. Ama keyfimiz yerindeydi.
Masamız kalabalık değildi ama ağzımızın tadı yerindeydi. Sandalyeler birer birer çekilip de masaya yerleşmeye başlandığında şöyle bir göz gezdirdim etrafıma. Babam, Han, Betül ve Yağız sırasıyla masadaki yerine geçti. Rüzgar'la ayakta durmuş onların oturmasını bekliyorduk. Bir çeşit resmi olmayan tören kuralı gibiydi. Herkes oturduktan sonra Rüzgâr sandalyemi çekip beni de masaya yerleştirdi ve gözlerinde garip bir ışıltı ile bize bakıp yerine, tam da yanıma oturdu. Onun da hissettiğine emin olduğum gurur, mutluluk hatta tamamlanmış bir kalbin verdiği sakinlik dalga dalga bedenimi kaplıyordu. Yemekler söylendi. Yüzeysel ama hoş bir sohbet aramızda dolaştı. Kendimi Hz. İsa'nın son akşam yemeği tablosunu seyrediyormuş gibi hissediyordum. Bir yandan mutlu ve keyifli bir yandan buruk ve endişeliydim. Babam tüm huzursuzluğumu hissetmiş gibi arada bana bakıp gözlerinin kenarındaki o gururlu çizgilerle gülümsüyor ve gönlüme ferahlık veriyordu. Bana öyle baktığında aklımın köşesinde "Bana bir masal anlat baba" şarkısı çalıyor ve küçük Gülce'yi köydeki evimizin bahçesinde bir salıncakta sallanırken düşlüyordum.
Bana bir masal anlat baba; içinde yel değirmenleri ile savaşan bir Rüzgâr ve onun peşinde sürüklenen bir Gülce olsun. Anlatırken tut elimi uykuya dalıp gitsem bile bırakıp gitme sakın beni...
Yemeğimizi yedikten sonra babam ve Han eve gitmek için yanımızdan ayrıldılar. Yağız yemek boyunca yaptığı gibi saatine bakıp duruyordu.
"Evet Rüzgâr sanırım artık düğün sürprizimizi kızlara açıklayabiliriz," dedi. Kadehe benzeyen bardağını alıp bir yudum su içti. Betül kaşlarını havaya kaldırmış Yağız'a bakıyordu. Ne zaman ona böyle baksa adamın kafasına bir yumruk atmayı geçirdiğini düşünüyordum.
Rüzgâr da bardağını eline alıp bir yudum su içti. Gizemli olmaya çalışıyorlarsa gayet başarılı oluyorlardı. Ama dayak yemek istiyorlarsa buna daha yakındılar.
"Ne sürprizi?" diye sordum şaşkınca.
Rüzgâr bedenini benim olduğum tarafa çevirip yüzüme odaklanarak baktı. Bu bir özür konuşmasının başlangıcı olabilecek ilk harekettir. Bilirsiniz.
"Biliyorum, bugün bizim düğün günümüz. Ama biliyorsun hastalıkta sağlıkta, iyi günde kötü günde..." diye başlamıştı ki kafamın içinde bir ses yankılandı.
Sen onu geç. Sen üç milyar yedi yüz elli milyon sen milyar sen bu parayı ne yaptın? Geç bana martaval okuma! Palavra okuma!
Ama ben yine de kısaca "Yani?" dedim, Rüzgar'ın daha fazla uzatmasını beklemeden.
"Bu gece önemli bir toplantı vardı. Yani aslında eğlence gibi sosyetik bir parti ama aylardır kovaladığım bir adamla orada görüşebileceğim. Oraya gitmek zorundayım Gülce. Özür dilerim düğün gecende böyle entrikalara girdiğim için..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mavi Kuş ile Küçük Kız
Teen Fiction"Uzatmayacağım Baba. Paraya sıkıştım." Kafası ile beni işaret etti. "Kızı kaça okursun?" Ne demek istedi? Ne demek istedi! NE! DEMEK! İSTEDİ! "Boş muhabbeti sevmiyorsun. İyi güzel." Rüzgâr fıst diyip burnunu çekti. "Paraya ve mala ihtiyacım var. Sık...