Bıkkınlıkla etrafımı izlerken bir yandan da oturduğum yerde bacağımı sallamaya başladım. Buraya geleli yarım saat oluyordu ancak sözde 'patronum' hala ortalarda görünmüyordu. Görünmesini isteyip istemediğimden de emin değildim gerçi. Onun o aptal suratını görmektense dakikalardır yaptığım gibi hiçbir anlam çıkaramadığım tabloları izlemeyi tercih ederdim.
Düşüncelerim birbirine girerken, çenemi yasladığım için ağrıyan bileğimi ovalayıp içimden bir kez daha Yeonjun'a sövdüm. Elbette bunun sorumlusu o değildi ama ben her şeyin nedenini onun üzerine yıkmaya karar vermiştim. Ona olan nefretim şakaya vurulacak cinsten değildi.
"Yüzün yine neşe saçıyor." koltuğumun arkasından duyduğum sesle korkup sıçrarken şokla arkamı dönüp aptal suratına baktım. Keyifli gülümseyişine bakılırsa benimle uğraşmak hoşuna gidiyordu. "Ne ara geldin sen?" sorduğum soruyla omuzlarını silkti ve yanımdan geçip masasına ilerledi. "Patronunla senli benli konuşmak doğru mu sence?" dedi bilmiş bilmiş. Uzanıp boğazına yapışmak istedim bir an. Parmak uçlarım bu düşüncenin güzelliğiyle karıncalandı.
"Bu odada bir patron mu vardı ki? Dur bakayım neredeymiş." onu görmezden gelerek koca odada dolaştırdım gözlerimi. Yüzünü görmesem de aldığı şekli tahmin edebiliyordum ve bu bana keyif veriyordu. "Bu konuda seni kim kandırdı bilmiyorum ama bu odada bir patron yok gördüğüm kadarıyla, daha doğrusu göremediğim kadarıyla."
Göz devirdi ve sakince arkasına yaslandı. Üzerindeki lacivert bir takım vardı ve daha öncekilere kıyasla çok daha güzel oturmuştu bedenine. "Yirmi beş yaşındasın değil mi?" bunu sorarken biraz gerindi ve iyice yayıldı oturduğu yerde. Kendini daha da geriye bıraktığı için koltuğu bulunduğu yerin bir iki santim gerisine kaydı ve baldırları görüş açıma girdi. Bacaklarını hafif aralamış şekilde oturuyor, kucağını ise sanki biri gelip de otursun istermiş gibi sergiliyordu.
"Evet, neden?" bıkkınlıkla konuştuğum ses tonuma bile yansıyordu. Ondan kopya çekerek ben de arkama yaslandım ve üzerimdeki tişörtü düzelttim. "Patron çalışan ilişkisine girmeyeceğim diyorsan en azından büyüğün olduğum için hyung de." bir anlık sinir bozulmasıyla güldüm. "Bir de benden büyük müsün?" kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek şey başıma gelmişti ve feci komikti. Benden daha genç görünüyordu. Hoş, hayatı boyunca altın kaşıkla yaşamış biri uykusunda bile hayatta kalma savaşı veren birinden elbette ki genç görünürdü.
"Yirmi sekiz yaşındayım."
Söylediği ilk birkaç saniye beyin ayarlarımı sarstı. Ağzından dökülen iki kelimeyi idrak etmek öyle çok vaktimi aldı ki, şaşkınlıkla aralanan ağzımla öylece kalıverdim. Benim aptal suratım onu güldürdü. Bu sırada çenesini yumruk şekline getirdiği eline yaslayıp beni izledi. Sanki ruhumun derinliklerine sızmaya çalışıyormuş gibi bakıyordu.
"İki yıla mezara girersin sen bu yaşla." sessizce söylediğim şeyi her nasıl yaptıysa duymuş ve tüm koridoru inletecek kadar yüksek sesli bir kahkaha atmıştı.
"Daha önce hiç korumalık yaptın mı?" ciddi miydi ironi mi anlayamadığım için boş boş baktım suratına. "Niye bakıyorsun öyle?"
"Sence korumalık yapmış birine mi benziyorum?" biraz düşündü. "Evet." gözlerimi devirdim. Gerçekten yaşlı bir ahmağın tekiydi. "O gün adamlarımı tek tek deviren senden başkası değildi sonuçta öyle değil mi? Ayrıca kaslısın da. Kollarını görmüyor musun?"Hayretle baktım. "Kas falan yok bende." bu konu gereksiz bir biçimde canımı sıkıyordu. Dövüşçülük zamanlarımda kaslı olduğumu görebiliyordum ancak şimdi konu kasa geldiğinde bile huysuzlanıyorum. Dudaklarını sarkıttı ve gözlerini kısarak baştan aşağıya süzdü beni. Ardından sessiz sedasız yerinden kalkıp yanıma geldi. Ne yaptığını anlamaya çalışıyordum ve işin aslında gram anlamıyordum.
"Ne var?" soruma cevap vermedi ve koltuğumun tam karşısında dikildi. Bacağı dizime değiyordu ve oturduğum yerde beni sıkıştırmasına neden oluyordu. Sonra aniden elini kollarıma attı ve derimi sıktı. "Ne yapıyorsun ulan?" yüzünü bir sırıtış kapladı önce. Ardından bana doğru eğildi ve yüzlerimizi karşı karşıya getirdikten sonra konuştu. "Bana epey kaslı gibi geldin Soobin."
Sinirle göğsünden ittirdim ve ayağa kalktım. "Seni gebertmemi istemiyorsan bana bundan sonra tırnağının ucunu bile değdirme." teslim oluyormuşçasına ellerini iki yana kaldırdı ve gülerek koltuğuna döndü.
"Sabah beni evimden alır, şirkete bırakırsın. Ben şirketteyken istediğin yerde takıl. İstediğin yerden kastım yine şirketin içinde bir yerlerde. Kocaman şirket zaten illaki kafana esen bir yer bulursun. Dışarı çıkacağım zamanlarda da haber veririm peşime takılırsın." göz devirdim. "Evcil hayvanınmışım gibi konuşma." güldü ve kollarını masasına yasladı. "Değil misin zaten?"
Bazı insanlar vardır. İletişim hiçbir çözüm sağlamaz çünkü ihtiyaçları olan asıl iletişim birkaç yumrukta gizlidir. Hiçbir şey anlatamazsın ama bir yumruktan sonra ne yapmaları ya da yapmamaları gerektiğini anlarlar. Ya da bazıları vardır, keyfiyen dayak yemek için kaşınır. Yeonjun bunlardan biriydi. Her yaptığı ve söylediğiyle sanki gel yüzüme bir yumruk çak der gibiydi.
"Ayrıca sen de takım giyeceksin." gözlerim şokla aralandı. "Cesedimi çiğnersin." diyerek karşı çıktım. Sesimden bunun düşüncesiyle bile iğrendiğim belli oluyordu. "Burada emirleri ben veririm Soobin ve sen de," kollarını yasladığı masada biraz daha öne kaydı ve masanın üzerinden bana doğru yaklaştı. "ben ne dersem onu yaparsın. Anlaşma bu ve uymazsan ne olacağını biliyorsun."
Haklıydı ve haklı olmasından nefret ediyordum. Burada bulunma amacım yalnızca arkadaşımın dağıttığını toplamak değildi. Kendi hayatımın da boka battığını biliyordum. Kaldı ki bunu bilemeyecek kadar kaçık olmamıştım hiçbir zaman. Bu yüzden her ne kadar kabul etmesem de bu işe ihtiyacım vardı.
"Evde hiç takımım yok." dedim sıkıla sıkıla. Yarım ağız konuşuyor, onun dışında her yere bakıyordum. "Bunu halledebileceğimize eminim." yine aynı ifadeyle sırıtıyordu. Kazanma ifadesi. Anlaşılan onun yüzünde en çok bunu görecektim.
"Peki." belki de ilk kez bu kadar uysal bir kabulleniş görüyordu benden. Şaşırdı ve bunu saklama gereği bile duymadı. Ardından bir şey söyleyeceği esnada oda kapısı açıldı ve içeriye koca şirkette tanıdığım diğer yüz girdi.
Kumral saçlarını tek omzunda toplamış, aşağı sarkıtmıştı. Pembe eteği ve yine pembe olan üstüyle oyuncak bebek gibi görünüyordu. Samimiyetsiz bir şekilde göz ucuyla bana bakıp gülümsedi ve aynı senaryo tekrar gerçekleşti. Yeonjun dolan kucağıyla gülümseyerek kızı izledi. Ardından gözlerine düşen bir tutamı kulağının arkasına ittirdikten sonra yanağına küçük bir öpücük kondurdu.
"Alışverişe gitmiyor muyuz yine?"
Toplam kelime haznesinde sadece birkaç tane kelimesi olduğunu ve onların da bu cümledekileri kapsadığını düşünmeye başlıyordum. "Bebeğim toplantım var. Beomgyu'yla gidin bugün." kız yalancı bir sinirle Yeonjun'un omzuna vurdu. "Aksatıyorsun ama beni."
Midem ağzımdaydı. Sevgililere katlanamadığım yetmiyormuş gibi bir de bir nefes uzağımdalardı. "Hatta şöyle yapalım," Yeonjun aklına dahiyane bir fikir gelmiş gibi bakışlarını bana çevirdi ve sırıttı. "Soobin de size katılsın, zaten alacakları vardı." gözlerim büyüdü. Hayatında bundan daha kötü bir karar vermiş olamazdı. Kızın bakışları beni buldu. "E olur paket taşıyacak birileri lazımdı zaten."
İyi haberlerim vardı. İlki artık delirecekmiş gibi hissetmediğimdi. İkincisi ise böyle hissetmeme nedenimin zaten dümdüz delirmiş olmamdan kaynaklanmasıydı.
"Soobin bu Siena, Siena bu da Soobin. Harika artık tanıştığınıza göre Beomgyu'yu da alarak çıkabilirsiniz." bunun gerçek olmamasını umdum. Tüm hücrelerim bunun gerçek olmaması için yalvarır haldeydi. Ancak son derece gerçekti. Acıyla Yeonjun'a baktım. O ise gülerek, cebinden çıkardığı siyah kartı uzattı suratıma.
"İyi alışverişler."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
hot to go • yeonbin
Fanfictionbarlarda yüzlerce kişiyi öpebilirsin bir shot daha at ve hissi durdurmaya çalış