Yirmi Bir

926 163 32
                                    

🎶🎶🎶 Canda

Zifiri bir karanlığa düştüğünüzde, ufacık bir ışık bulmak için kelebek misali ateşe pervane kanatlarınızla, duvarlara çarpa çarpa yolunuzu kaybedersiniz. Oysa karanlığı içinizde barındırır ve karanlığa dönüşürseniz asıl ışığın zaten siz olduğunu anlarsınız.

Ve bir gün, umudunuzun da aşkla aynı zehirden geldiğini aldığınızda artık ışığı değil karanlığı taşıyorsunuzdur.

Camın önünde gördüğüm Jêhat'ın karanlık maskesine bile gülümseyerek kapıyı itip içeri girdim. Jêhat beni karanlığı ile korkutamazdı. Aylarca o karanlıkla bir bütün olmuş, o karanlıktan kana kana içmiştim. Fakat Jêhat benim umudum ışığıyla henüz yolunu bulamamıştı.

Akşama kadar sanki hapsedildiğim kulenin her bir noktasına ışığımı yaymak ister gibi gereksiz her şeyi dışarı atmıştım. Çünkü ben Jêhat'ın dünyasını temizlemek için önce yaşadığı ve içine düştüğü bu konağa varlığımı kabul ettirecektim. Ben vardım, aşkım tüm karanlıkları yenmek zorundaydı. Umut kahkahalar attıracak kadar tatlı bir zehirdi.

Geri kalan vaktimi mutfakta tüm konağa kokusu yayılacak nefis yemekler yaparak geçirdim. Belki de Jêhat yine meraklı bir çocuk gibi aşağı inecek ve benimle uğraşmak için güzel bir sebep bulacaktı.

Ama düşündüğüm gibi olmadı, yemekler soğudu, güzel kokuların yerini kekremsi bir tada bıraktı. Yaptığım hiçbir yemeğe dokunamadım, Jêhat'ın gülümseyen yüzü karşımdaki masada beni izlemiyorsa yemenin de bir anlamı yoktu. Masayı öylece bırakıp odama döndüm ve uzandığım yatakta sabaha kadar sessiz gözyaşlarımla umuduma tutundum.

Nerde yanlış yapmıştım?

🎶🎶🎶🎶🎶🎶

Fakat pes etmedim. Sabah uyandığımda Jêhat için hazırladığım sert bir kahveyi elimdeki tepsiye koyup merdivenleri çıktım ve yüzümden silmediğim o umut dolu gülümsemeyle odasına girdim.

Yine mırıltılarla bir şeyler söyleyen Jêhat'ı koltukta görünce gözlerim doldu. Onun beni her seferinde karşıladığı o çıplaklığına alışmıştım. Benim yanımda kendini özgür, olduğu gibi, çekinmeden gösterdiği Jêhat, şimdi benden dağlar kadar uzaktaydı.

Altında koyu renk bir eşofman üstünde tertemiz beyaz bir kazak vardı. Biliyordum, bu Jêhat'ın senin istediğin gibi biri olabilirim ama bu ben olmam, senin bana giydirmeye çalıştığın bir kumaş parçasıyım deme şekliydi.

Yine de sesimi sakladığım hüzünle "Sabah kahven geldi" dedim ve koltukta karşısında dikildim.

Başını kaldırdığında gözlerinde gördüğüm, bir ölünün arkasından karanlığa bürünen kederli acıyı görünce göğsümün tam ortasına bir bıçak saplandı.

Titreyen sesimle "Jêhat" diye fısıldadım ve başını cama çevirip beni görmezden gelerek söylediği türküyü kalbime saplanan o bıçakla dinledim.

Küçük masanın üstündeki sigara paketine uzandı ve hiç uyumadığını belli eden kızarmış gözleriyle, kaçıncıyı içtiğini bilmediğim sigarasını yakıp derin bir nefes çekerek türküyü mırıldanmaya devam etti.

Gözü dağlarda kafası başka bir diyardaydı. Elimdeki tepsiyle yere oturup en azından sesini duyuyorum diye mırıldanan türküsünü dinliyordum.

Canda, tu gul ba biçanda
(Canda gül olsaydın da seni ekseydim)

Te sozek we roja han da
(Bugüne geleceğine söz vermiştin)

Şev çû cane tu nehati
(Gece bitti canım, sen gelmedin)

Ez mam heya mele bang da
(Bekledim yine de sabah ezanı okunana kadar)

Deli Ağa'nın Gelini (Bxİ) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin