"Tuvalette sigarayı sen mi içtin!"
Şiddetli ve gür sesi vardı, heybetli ve korkutucuydu. Gecenin bir yarısı masumca tuvalete kalkmıştım, karşılaştığım şu duruma bir bakın, benden önce bizimkilerden biri kalkarak tuvalette sigara içmiş ve ben girip çıktıktan hemen sonra babam gelmiş ve tuvalete girmişti. Tuvaletten çıkınca yarı uykulu sinirli gözleriyle yüzüme bakarak "Sen mi içtin!" diye haykırıyordu.
-Hayır baba ben içmedim.
Kirli sakalları bile gecenin bir yarısı o kadar korkutucu görünüyordu ki, tuvaletin ışığı onun beyaz-mavi çizgili eşofman takımına vurdukça içime bir hayli garip hisler doğuyordu. Hafiften beyazlaşan saçları, tuvaletin ışığıyla siyah saçlardan ayırt edilebilir hale geliyordu. Yüzünde ki gerginlikler ve sarkmışlıklar onun şuan ne kadar sinirli olduğunu apaçık ifade ediyordu. Bu adamın yüz ifadeleri konuşma öncesi ipuçları tercümanıydı ve vuracaktı. Karanlıkta elini yukarıya kaldırdı, ışığın vurduğu ortama eli geçti, avcunun içini görüyordum, tuvaletten çıktığı halde elini yıkamamıştı ve yüzüme sert bir darbe indi. Onun bu vuruşundan sonra babam hakkında ki düşüncelerim birden olumsuzluklarla doldu taştı. Yeni bir güne yüzü kızarık kimse başlamak istemez. Hele ki 17 yaşındaysanız..
Sabah ışığının, açık penceremden rüzgarla birlikte yüzüme vurmasıyla yavaştan uyanıyordum. Dün gece beni geç saatlere kadar uyutmayan iki olay olmuştu, te ki babamın yüzüme tokat atması, diğeri ise kapımızda ki horozun gecenin bir vakti onlarca kez ötmesiydi, mahalle mahalle koşuşturan ve birbirleriyle sanki kan davası varmışcasına savaşan masum köpeklerden bahsetmiyorum bile...
Saat'in kaç olduğu beni pek alakadar etmiyordu, çünkü benim zamanla hiçbir alakam yok. Zamanı istemiyorum, istediklerimden teki de bu zaten zamanın durması. İsteklerim neler peki? Sormayın anlatmak için bir ömür harcamak lazım, yani kısaca herşeyi istiyorum. Bu sabah epey bir yorgunluk hissediyorum omuzlarımda, nedenini bilmediğim bir yorgunluğun hissini omuzlarımda taşımak zorundaymışım gibi. Yaşamak istemediğim lanet olası bu Dünya da, yeni bir sabaha daha gözlerimi açtım, lanet olası sabahlar hiç bitmez misiniz?
Ailem pek zengin değil aslında, öyle kitaplara konu olacak maddiyatımız yok, filmlere dökülecek bir yaşantımız da yok hatta ve hatta çocuklarıma anlatacağım macera dolu bir anım bile olmadı şuana kadar; olduysa da ben unuttum.
Annem Türkü, 40 yaşında, cahilliği seven bir kadın, hiçbir sosyal faliyeti yok. Mahallede ki kadınlarla dedikodu yapmakta birebir. Zaten onların yaptığı en iyi işte bu. Hergün bir araya bir yerlerde, bir şekilde toplanırlar ve mahallede ne olup ne bitmiş birbirlerine aktarırlar, eleştirirler.
Babam Hakkı.. Yaşı olmuş 50, derdinden beli hafiften eğrilmiş lakin cüsseli biri tek yumrukta devrilen insanlara benzemez. Emekli oldu geçenlerde, aha dedim tam rahata erecek, borçlar bir yerden patlak verdi, O da çalışmaya devam etme kararını aldı.
Ablam Necla.. Benden 3 yaş büyük yani 20 yaşında şuan üniversite 2'ye gidiyor. İstanbul'da Doktorluk okuyor ve ne zaman arasalar halini hatrını sorsalar bizimkiler, "İyiyim, param var" diyor. Oysa biz çok iyi biliyoruz para yollamadığımızı ve onun orda aç kaldığını. Açlıktan nefesinin koktuğunu ve karnının goruldadığını telefondan hissediyor ve duyuyordum. Bizimkiler millete benim kızım "Doktor" olacak diye kendilerince kibirleniyorlardı.
"Önemli bir insan olabilmek için illa okumak mı lazım?"
Yaşadığımız yer, şehire fazla uzaklıkta değil lakin bu kasaba gibi yer fazla büyükte değil. Bu yüzden ara sıra arkadaşımla şehre gider, saatlerce takılır eve dönünce bir ton azar işitirim, defalarca gelmiştir başıma. Annemden merdiven başında azar işitmek, duymazdan geliyorum anlamıyorlar. Ulan sen desen ne yazar! Ben gitmeyi kafaya koymuşken.. Sen kim oluyorsun da bana "gitme" diyorsun? Kasabamızın etrafı ağaçlarla çevrili, şehre giden 4-5 kilometrelik uzun bir yol var ve arkadaşımla şehre gitme kararı aldıysak bu yol yürünmeliydi.
Oturduğumuz eve gelelim, ahşaptan-tahtadan bir ev. Güzel bir ev en azından sakin ve sade bir görünüme sahip. Dış kapısı baya büyük bir mavi demirden. Kış ayları bu demir kapıya dokunmak, insanın içine buz atıyor kabaca.
Kaldığım odaya gelirsek, ufak bir yer ama kullanışlı. Ufak kahverengi bir çalışma masam, mavi bir yatağım, yüzlerce kitabım, deftelerim, kalemlerim gibi kullanışlı şeylerle donatmıştım. Yazdığım şiir ve sözleri odamın duvarlarına yapıştırıyorum. Bazen annem geliyor bu odaya ve burayı bu halde görmek istemediğini söyleyip odayı terkediyordu. Ona göre bu oda çöplüktü; bana göre ise bir sanat evi. Çizdiğim resimler bile toplu bir halde bir dosyanın içinde konaklıyor. Bu kadar iyi bir insanım ve nedense bu sabah yüzüm kızarık uyandım. Bu yeni güne lanet olsun. Yeni günümü lanetleyenlere de lanetler olsun. Lanet olsun mu dedim ben daha demin of inanmıyorum lanet olsun!
Yorumlarınızın güzelliğine göre devam edecek. :)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şehrin Orospusu
Teen Fictionİki gencin yaşadıkları kasabadan sıkılıp, defalarca şehre yürüyerek gitmeleri, her gittiklerinde gördükleri manzara farklı farklı. Bir manzara var ki, defalarca gitmelerine sebep olan. O manzara ki hayatları dağıtan. O manzara ki Lanet şehre yağmur...