9

641 30 0
                                    

Bir hafta sonra...

Bankanın önünde ki siyah bankta oturmuş, 18 Trilyon paramı güvenli ellere teslim etmenin rahatlığı ile geriliyordum. Yeni aldığım siyah ceketimin iç cebinden çıkardığım en kaliteli sigara paketimden bir dal çıkardım, tekrardan aynı cepten zippo kalitesine ait gri bir çakmak çıkararak sigaramı ateşledim. Bir duman çekerek, gri bankta iyice gerildim. Elimde ki son model akıllı telefonumdan Ercan'a da aldığım aynı telefonu aradım. Saniyeler sonra telefonu açarak;

Ercan: Efendim kardeşim?

-Nerede kaldın?

Ercan: Ya hiç sorma bulamadım şu adamı.

-Tamam ne zaman gelirsin?

Ercan: On dakikaya gelirim yanına bekle beni.

-Tamam.

İkimiz de telefonu aynı anda kapatarak işlerimize koyulduk. Ben bankta sigaramı tüttürüyordum; Ercan ise kaçak silahcıyı şehirde pür dikkat arıyordu. Bulması an meseleydi.

Telefonu kapayarak ceketimin iç cebine attım. Sigaramdan bir duman daha çekerek şehrin seyrek caddesinde geçen insanların yürüyüşlerini seyretmeye başladım. İnsanlar ayda 2-3 bin TL kazanmak için günlerinin (ki buna yemek vaktini- Sıçış vaktini- Giyiniş vaktini- Temizleniş vaktini de eklersek) hemen hemen %80'ini feda ediyor. Ee geriye %20'lik bir kısım kalıyor ve bunu da uyku için kullanıyor. İş yeri sahipleri çalışanlarının düşünmesine bile fırsat bırakmıyor. Büyük patronlar daha çok rahat etsin diye çalışanlar daha da çok çalıştırılıyor buna da mesai veya zorunlu mesai deniyor. Kısaca ya çalış ya da terk et deniliyordu.

İnsanlar böyleydi, düşünmüyordu, çünkü düşünmeleri için bir beyinleri yoktu, o beyinler zengin iş adamları tarafından satın alınmıştı. İnsanları kullanan, yaratık insanlar. Bizi bu hale kim getirdi? Devlet mi? Din mi? Beyin mi? Küreselleşmek mi? İnanın bana, bu cevabı bende bilmiyorum.

Daha bir hafta önceye kadar fakirlikten yiyecek arıyordum. Şuan midem tıka basa dolu, cebimde taze açılmış son derece kaliteli bir sigara paketi, üzerimde fiyakalı elbiseler, cebimde 10.000 TL civarında para.. Ne isterim ki daha? Kendi kendime içimden konuşuyordum, içimde ki ufak yaratığa seslenip onunla dertleşiyordum, konuşacak birisi yoktu yanımda. Yeni yeni çıkan keçi sakalımı bir an olsun kaşımaya başladım. Ardından sol elimi bankın üzerine attım, diğer elimle sigara içiyordum. Kendimi bu şehirde kaybediyordum, ne babam vardı ne annem, ne de bana sahip çıkan bir aile ferdi. Siyah bankın üzerinde oturmuştum öyle, bir çocuk gibi masumdum. Ercan şu silahcıyı bir bulsun, iki adet emanet alsın, geceye kafayı çekeceğiz. Bir hafta önce, bu gece kader bana gülmüş bir fırsat sunmuştu. Bunu iyi değerlendirmeliydim. Kafamı sol tarafa doğru döndürdüğümde, bankın sağ tarafına birinin oturduğunu hissettim. Ercan diyerekten kafamı hızla sağ tarafa çevirerek;

-Ercan hoşgel...

Gördüğüm manzara karşısında epeyce bir şaşkınlığa uğramıştım. Daha cümlemi bitiremeden kelimelerim yarım kalmıştı. Yanıma oturan Dünya'nın en tatlı kızıydı. Yanıma oturan, bu şehre uğrayıs sebebimdi. Tenim bir an bir domates gibi kızardı, gözlerime hakim olamıyordum sürekli ona bakıyordu. Yanaklarım olgun vişne rengine girmişti adeta, utanma duygusu tavan yapmıştı, kafamı öne eğemiyordum, gözlerim ona bakarak hasretini gideriyordu. Kendimden geçiyordum ona baktığım her saniye, ellerim sınırsız bir sigaraya uzanmak istiyordu, düşünsenize öyle bir sigara istiyordu ki, artık o sigara hayali gerçek olsa insanın eli tütünden sapsarı kesilir bir eldivem gibi dururdu kahrolası deri parçası.

Beyaz yepyeni bir penye, siyah paçaları dar bir kumaş pantolon bir kıza bu kadar mı yakışır? Siyah saçları, giyindiği siyah pantolona bu kadar mı uyum sağlar? Hafiften oluşan gamzeleri bu kadar masum durur mu bir genç bayanın, şeftali gibi yüzünde? Hangi mevsim onu üşütüp, hasta etmeye cürret edebilirdi ki? O bu Dünyadan değildi bu bir kesindi! Ulan bu kızla aynı takvimimiz bile olamaz! O yaz saati olsa ben kış saati olurdum, gecelerimiz gündüzlerimize karışırdı, onun tenine dokunmaya kalksam galina kıyamet dedikleri şey kopardı.

Siyah ve düz saçlarını geriye doğru eliyle atarak, elinde ki siyah çantasını aralayarak sigara paketinden bir dal çıkardı ve birden konuşmaya başlayınca kalbim pıt pıt atmaya başladı. Bilirsiniz işte çoğumuzun kalbi pıt pıt atmıştır ama bu garip pıt pıttı. Beni oturduğum yerde hoplatıyor ve oturduğum bankta kızın hissetmemesine engel bırakmıyordu.

"Ateşiniz var mı?"

Gözleri gözlerime ilk defa bu kadar yakındı, ilk defa bu kadar yakındık. İlk defa ona bu kadar yakındım. "Tanrım benimle dalga geçiyorsan lütfen kısa kes" dememe kalmadı, sarı saçlı, deri montlu, kalıplı ve gür saçlı bir adam gelerek ona ateş uzattı.

Ben aptal gibi cebimde ateşi arıyordum hala, bulamıyordum orospu çocuğunu, gelmiyordu elime. Sarışın genç adam kıza ateşi verdikten sonra elinden tutarak onu ayağa kaldırdı.

"Haydi Hande gidelim, gece uzun."

İsmi Hande mi? Hande kadar güzel bir isim, güzel bir kıza bu kadar yakışır mıydı. Gördüklerime ne demeli? O sarışın adamın, Hande'nin elinden tutup yavaşca önlerimden gidişinimi izlemeliydim? Tanrım.. İçim patlamaya hazır bir volkan gibi...

Şehrin OrospusuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin