22

240 16 1
                                        

Çalılıkların arkasından ayrılıp, sağ tarafımda dikili duran devasa çınar ağacının arkasına geçtim. Kendimi mevzileyerek, izlemeye koyuldum. Bizimkiler kalkıyordu sonunda, hepsi ellerini gökyüzüne açmış dua ediyordu. Son dualarını da edip, arkalarına dönüp gideceklerdi ki ayağımı bir çubuğun üzerine basmasaydım. Hepsi birden arkasını dönmüştü, beni görmüşlerdi sonunda. Babamın, abimin, ablamın gözlerinin işkencesini çekiyordum. Terleyen alnımdan boynuma sızan sıcak damlayı tenimde acı olarak nitelendiriyordum. Bu acı geçecek gibi değildi, hava sıcak olduğundan bu acı sürekli tekrarlanıyordu. Mezarlığın arka kısımlarından gelen, buz gibi hava boynumun tam arkasına vuruyor ve sanki orada ki ter damlalarıyla buluşuyor, konuşuyor ve dost olup yakamdan aşağıya doğru, bayır aşağıya hızla koşuşturuyorlardı. Ağaç kabuklarının üzerinden geçişen karıncaların oluşturduğu sesi duyuyordum, ortam tedirgindi. Güneş, annemin mezarının tam üzerinden gözlerimin üzerine düşüşüyor ve gözlerimi mıyıştırıyordu. Bastığım toprağın kaygan olduğunu daha ilk başta anlamıştım, birileri benden önce yanımda ki mezarlığı sulamış ve buraya kadar suyu akıtmıştı. Demek o ki birisi yanımda ki ölüye benden habersiz fazla su vermişti. Ölüler su içmez dostum. İyi de bunu nereden bilebiliriz ki? Daha önceden hiç ölmedim o yüzden ön yargıdan uzak duracağım..

"Ya ölüler su içiyorsa?"

Afrika'da susuzluk kıtlığı varken burada ki ölülerin su içmesi ne kadar doğru olabilir ki? Hükümetin başında olsam, ölülere suyu yasaklarım. Ölülerin uyuşturucusudur su! Ben suya neden taktım ki? Bırak aksın. Kefenlerinden içeriye girsin su, sonra da vücutları yapış yapış olsun. Dünya'nın çivisi çıkmış, ölüler su içiyor. İçsinler, onlar bir ölü. Afiyet olsun bilader!

"Ben ölürsem benim mezarıma alkol damlatın!" suyum o dur benim, unutmayın!

Abim gözlerimin içine içine bakıyordu. Babam gözünü yummuş ağzını açmıştı.

Hakkı: Hain!

Abim Fuat, Babam Hakkı'nın gözlerine derin derin bakmış sanki saldırma emrinin çıkışını duymak istermişcesine pür dikkat ortamdaki sessizliğe odaklanmıştı. Biraz sonra babam ülkeler arası vizeyi kaldıracak, Abim Fuat dost bir ülkeye vize kalktığı halde illegal bir yoldan girecek, girdiği ülkede ki tüm huzuru dağıtacaktı. Ablam Necla sakat bir şekilde değneklerle ayakta, beni bir köşede izliyor ve o da bu sessizliğe kulaklarını yumuyordu. Rüzgar yön değiştirmişti, Abim Fuat'ın olduğu bölgeden hızla ve sinsice akmaya başlamıştı, biraz sonra babam dudaklarını araladı.

Hakkı: Fuat bitir onun işini!

Abim Fuat yanıma yaklaştı yavaşca. Dilim damağım susuyordu, belki de bu susuzluk ölülerin bana yollattırdığı bir mektuptu. "Susuzluk Mektubu" ne kutsal bir vazife ama!

Mektubun içinde sadece bir yazı, o da bir kelimeden oluşuyor; "Susamak".

Susamamı istiyorlardı, ölüler ölümlülere bu şekilde mi destek çıkıyordu? Susattırmışlardı beni, mezarın yanında susamıştım, tam yanımda bir ölü! Niye su içtiklerini mi anlıyordum? Hayır saçmalama...

Abim Fuat ile aramda yaklaşık iki metre vardı. Tam karşımda dikilip beni usulca baştan aşağıya süzdü, gözlerini bir bıçak gibi kullanıyordu. Baktığı her yerimi parça parça ediyordu, yaralıyordu tenimi, ızdırap çektiriyordu bana. Üstüne şık bir siyah takım elbise giyinmişti, rüzgar ceketini yandan sallandırıyordu. Belli ki ayakkabılarını, mezarlığa gelmeden önce şehir de veya kasabada yıkattırmıştı. Saçı ve sakalı kestirmişti, o da belliki hayatını rayına oturtmaya çalışıyordu. Bir makinistin gülüşünü taşıyordu rüzgardan çatlamış elleri. Birazdan rüzgarın hızından yararlanıp, belinden silahını yakalayacak ve bana doğrultacaktı. Öyle gibi gözüküyordu ve gözüken sadece o değil, belinde ki silahı da meydandaydı. Ben burdayım diyordu soğuk siyah kabzesi, ortalığa sırıtıyordu. Güneş mızraklarını benim kafama sallıyorda sallıyordu. O kadar kızarmıştı ki tenim, uzaktan gören acıdan ağladığımı sanardı. Boynum bir domates gibi kızarmış, alnım pasifik okyanusu gibi terlemiş ve kaşımdan aşağıya dökülmeye başlamıştı. Saçlarımın yan tarafı, ıslanmıştı, sanırsınız ki biri su dökmüş lakin biri su falan dökmedi, bu benim bitmişliğimin sesi. Boğazımın kuruluğundan yutkunmaya çalışıyordum ve yutkunuyordum ama boğazım bir bıçak darbesi yermişcesine acıyordu. Kafamı aşağıya eğmiş, bir-iki adım ileriye atılarak, kafamı çamurdan çevirip; gökyüzünün derin maviliğine bakıp derin bir nefes çekerek..

-Ne güzel bir gün değil mi?

Fuat: Güzel bir gün ama senin için değil.

-Ben ölmek için güzel bir günden bahsediyordum.

Fuat: Bak bunu bildin, öleceksin.

-Ölümden korkmuyorum zaten hayat bileklerimi çok yormuştu.

Fuat: Bugün kafanı yoracak.

-Bilmiyorum neremi yoracağını ama senin hiçbir yerini yormadığına eminim.

Fuat: Sen kendi dertlerinden başka neyi bilirsin ki yavşak!

-Benim derdim.. Haklısın.. Sende bilmiyorsun neticede..

Fuat: Kardeşimi bu hale getiren sensin!

-Kardeşin neden bu halde sordun mu hiç?

Fuat: Sordum.

-Ne dedi sana?

Fuat: Kafayı yediğini, sağa sola saldırdığından bahsetti.

-Kardeşin bir kerhane de bu hale geldi. Kardeşimi en yakın arkadaşım, Ercan becerdi. Sadece Ercan değil belki de tüm şehir.

Fuat: Yalanlarına karnım tok! Cehenneme git! Dedi ve gözlerimi kapattım o da nefesini tuttu. Arpacıkta buldu bedenimi, nefesini verdi ve ardından "Tak!".

Martılar uçuştu!

Annem ışıkları kapatın diye seslendi!

Ölen ben olmadım!

Kurşun bana değil önüme geçen, Hande'ye gelmişti.

Hande, ne işin vardı burada!




Şehrin OrospusuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin