-0.3

309 35 17
                                    

"Ah, gerçekten... 3 gündür hiç bıkmadan aynı saatte orada dikiliyorsun. Takıntılı falan mısın?" Omzunu silkti. "Senden kurtulmanın bir yolu yok değil mi?" Perdeyi kapatıp yatağının ucuna ilişti. Uyuyamıyordu. Saat neredeyse gecenin üçü olmuştu ve o, siyah silüeti bir türlü aklından çıkaramamıştı. Saatler saatleri, dakikalar dakikaları hiç durmaksızın kovalamıştı o gece. Uyumaktan korkuyordu biraz da. Min Hyung'unun söylediğine göre o siyah varlık her neyse sadece rüyalarına hükmedebilecek bir güce sahipti. Diğer türlü kendisini koruyabilirdi fakat rüyalarında dünyanın en güçsüz adamı olacağını kendisi de biliyordu. Küçükken çeşitli kabuslar görürdü ve hiçbirinde kendisini koruyamazdı. Bağırsa sesi çıkmaz, birilerini kurtarmak istese o kişi ölürdü. Sonralarda rüyada birisinin öldüğünü görmenin o kişinin daha uzun yaşayacağını işaret ettiğini duymuş ve korkmayı bırakmıştı. Ama şimdi nasıl olacağını bilmiyordu. Uyursa ne çeşit bir rüya göreceğini, o varlığın zihnini ne çeşit bir oyunla kontrolü altına alacağını bilmiyordu. Bir şekilde kendisini koruması gerekiyordu ve bunu da sadece uyumamakla başarabileceğini sanıyordu. En mantıklı çözüm bu gibiydi.

Fakat o bir insandı ve her insan gibi uyumaya, bedenini, ruhunu ve en önemlisi beynini dinlendirmeye ihtiyacı vardı.

Perdeyi kapatıp yatağına doğru yol aldı. Yorganını kaldırıp içine girdiğinde yerde yatan kedi çarptı gözüne. Bir elmas gibi parlaktı tüyleri, karanlıkta bile böyle görünüyordu. Anlam veremezcesine uzun süre kediye baktı. Onu hiç dikkatlice inceleme gereği duymamıştı daha önce fakat bu gece bir farklı gelmişti gözüne. Dongdong'un hakkında bildiği tek şey ses çıkaramadığıydı. Kedi onun evinin önüne bırakıldığı günden beri toplasan yarım kilometre bile yürümemişti. Sürekli uyku modundaydı ve bir kez olsun miyavlamamıştı. Önüne konulan mama tabağını bir kez olsun tam bitirmemişti ama hala yaşamaya devam ediyordu. Bu neredeyse mucize gibi bir şeydi.

"Neden hiç yaşam belirtisi vermiyorsun ki sen?" Başını kolunun üstüne koyup konuşmaya devam etti. "Ya, Dongdong-ah, duymana rağmen neden dönmüyorsun bana? Senden başka bana sevgi gösterecek kimsem kalmadı, bari sen böyle davranma, huh?"

Kim Sung Gyu, 'onu sevecek kimsesi olmadığını' ilk defa kendi ağzıyla dile getirmişti.

"Bunu söylemek bu kadar kolay olmamalıydı." Sung Gyu gözlerini kapattı. "Ah, neyse. Banane canım, uyuyayım ben. Rüyamda şu ne idüğü belirsiz varlıkla biraz takılırsam belki kendime gelirim. Evet, evet. Kesinlikle."

※※※

"Bu dolap ne zaman boşaldı yine?! Gören de benden başka birisi yaşıyor sanır evimde. Resmen koskoca dolabı yemiş bitirmişim." Dolabın kapağını sertçe kapatıp doğruldu. Saçlarına elini daldırıp karıştırdıktan sonra son zamanlarda alışkanlık haline getirdiği kendi kendine yaptığı konuşmalardan birisine başladı. "Ah, gerçekten bu kadar aç olmak zorunda mıyım? Şimdi kim gidip alışveriş yapacak? Cidden sorumsuzun tekiyim! Neden iki gün önce alışverişimi yapmadım ki? Yah, Kim Sung Gyu aklını başına toplamanın zamanı gel-" Sinirden kapatmış olduğu gözlerini yavaşça açtığında neredeyse burnu burnuna değmekte olan bir bedenle karşılaştı. Korkuyla geriye sıçrarken ağzından kontrolsüz olarak, "Aman Tanrı'm!" diye bir çığlık çıkmıştı. Eline en yakındaki kesici aleti alırken, gözlerini karşısındaki bedene dikti.

Bir beden nasıl geceden bile siyah olabilirdi?

"Aish! Sen nesin böyle?!" diye bağırdı. Dikkatlice karşısındakinin gözlerine baktığında, o alışılmış ifadeyi gördü. Bu oydu. "Lanet olsun, lanet olsun! Gözlerine bakmamam gerekiyordu. Ama cidden..." Elindeki kesici aleti birkaç kere rastgele salladı. Siyah adam onun bu hareketine alayla bakıp gülümsedi. Sung Gyu’nun sudan çıkmış balık gibi çırpınışı hoşuna gitmiş gibiydi. "Geceleri tüm bedenimi esir alman yetmiyormuş gibi şimdi de gündüzleri mi rahatsız etmeye karar verdin beni?" diye sordu Sung Gyu ve ardından dudaklarından titrek bir nefesin çıkmasına izin verdi. Korkudan neredeyse yere yığılacak vaziyete gelmişti. Bir an önce bu yaratıktan kurtulmazsa, öbür dünyayı boylayacaktı.

“Ne istiyorsun benden?” Gözlerini boş olan sağ eliyle kapatmaya çakışırken, sol elinde bulunan aleti rastgele sallamaya devam ediyordu. Aralarında bulunan bir metreyi kapattığında derin bir nefes aldı. “Gitmeyecek misin, ha? Seni öldürmemi mi istiyorsun?” diye sordu sakince. Yapamayacağını bilmesine rağmen böyle sözler sarfetmesi, canına susadığının en büyük işaretiydi.

Teknik olarak bu varlığın yapamayacağı hiçbir şey yoktu. İstese tek hamlede Sung Gyu’nun hayatına son verebilirdi.

Siyah varlık birden dibinde belirince, Sung Gyu kanında dolaşan adrenalinin verdiği etkiyle elindeki aleti varlığın bedenine doğru fırlattı. Fakat karşıdaki komidine çarpan aletin sesini duyunca, özenle kapatmaya çalıştığı gözlerini koskocaman açarak birkaç adım geriledi.

Yoksa... Yoksa bu şey bir hayalet mi?

Ah, bu imkansız çünkü hayalet diye bir şey yoktur.

Ya da var mıdır?

“Aish, sayende iyice şizofrene bağladım.” diye hamurdandı Sung Gyu ve elini saçlarına daldırıp karıştırdı. Fakat unuttuğu bir şey vardı, o hayalet türü varlık bir metre bile sayılmayacak mesafede, karşısında dikiliyordu ve Sung Gyu’nun gözlerini delmek istercesine keskin bir ifadeyle onunkilere bakıyordu.

O binaya git!

※※※

Bir adam.

Ölüm kokan duman.

Bir kızın dikkatsizliği yüzünden dört bir yanı alevlerle çevrilmiş, önceleri sağlamlığı ile ün salmış bir bina.

Diğer apartmandan yükselen piyano sesi.

Korkuyor.

Bir adam.

Etrafı alevlerle çevrili olmasına rağmen, üşüyor.

Sung Gyu’nun bilinci yavaş yavaş yerine gelirken, görüşündeki bulanıklığın geçmesi için birkaç kere gözlerini kırptı. Vücudu adeta yanıyormuşcasına terlemişti, bunun en güzel kanıtı olarak; daha önce ıslak olmayan saçları ıslanmış ve şimdi de alnına yapışıyordu. Gözlerini bir süre kapatıp zihnini dinlendirdi. Yaşadığı şeyler hiç normal değildi. Akıl almayacak derecede imkansızdı.

Biraz güç bulduğunu hissettiği anda oturur pozisyona geçip elini dar pantolonunun cebine daldırdı. Tekrar kullanmaya başladığı telefonunu zorlukla çıkarıp ekran kilidini açtı. Min’i araması gerekiyordu, bu durumda ona yardımcı olabilebilecek tek kişi oydu. Görüşündeki bulanıklık hala etkisini gösteriyordu ve titreyen elleri de ona pek yardımcı olmuyordu. Yine de zar zor son arananlardan Min’in numarasını buldu ve arama tuşuna bastı.

Min’in telefonu açıp da “Çok meşgulüm seni saf korku doğuran çocuk. Umarım önemli bir şey iç-” demesine kalmadan Sung Gyu onu sadece dört kelimeyle susturdu.

“Hemen buraya gelmelisin, Hyung.”

Telefonu kapatıp yemek masasının üstüne fırlattı. Hala ateşler içinde yanıyormuş gibi hissediyordu. Gördüğü düşün etkisi altında olduğu her açıdan belli oluyordu. Bir şekilde bu sıcaklığı yok etmeliydi, ama nasıl yapabilirdi?

Aklına gelen ani fikirle koşarak en yakın pencereye ulaştı ve kolunu çevirerek pencereyi açtı. İçeriye giren serin hava bir nebze de olsa rahatlamasına yardımcı olurken, diğer pencereleri de açmak için harekete geçti. Açma işlemleri bittiğinde hala tamamen rahatlamadığını fark edince, son çare olarak üstündeki yünlü kazağı çıkardı ve en yakınındaki pencerenin önüne dikilip gözlerini kapattı. Burada psikolojikmen yanarak ölmeyi planlanlamıyordu sonuçta, kendisini bu durumdan kurtarmalıydı.

Fakat bilmediği bir şey vardı. O da, karşı apartmanın balkonunda onu sıcak tutan battaniyesine sarılmış bir vaziyette oturan genç kızın, kendisine deyim yerindeyse gözlerini kocaman açarak bakmasıydı.

“Yah, Kaçak İdol. Delirdin mi?! Kapat... Kapat şu lanet olası pencereleri!”

00:01 // kim sunggyuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin