-1.1

113 20 11
                                    

Sung Gyu otobüse binmeden hemen önce Sungjong'a son kez bakıp, içten bir gülümseme yolladı. Gözleri ağlamak üzere olduğu için oldukça nemliydi. Ama ağlamaması gerekiyordu. Çünkü o hâlâ Sungjong'un büyüğüydü ve bu yüzden karşısında ağlaması, gencin dayanma gücünü kaybetmesine neden olurdu. Bugün buradan mutlu ayrılacaktı. Daha fazla üzgün olmak istemiyordu.

Otobüse binip cam kenarındaki koltuğa yerleştiğinde, elindeki küçük poşeti kucağına koyup dışarıya baktı. Sungjong henüz gitmemişti. Sung Gyu'nun kendisine baktığını görünce heyecanla dolu ellerini havaya kaldırıp sallamaya çalıştı. Sung Gyu'nun zaten var olan gülümsemesi daha da büyüdü. Bu haliyle ne kadar komik göründüğünden Sungjong'un haberi yoktu. Fakat olsa da bu bir şeyi değiştirmezdi onun için. Bugün umursayacağı en son şey ona atılan garip bakışlar olabilirdi. Uzun zamandır görmediği ağabeyini görmüştü, daha ne olsundu?

Otobüs harekete geçip iki saate yakın bir yolculuk için gözden kaybolduğunda, Sungjong da şirin kafesine ulaşmıştı. Ellerindekileri mutfağa bıraktıktan sonra bir süre soluklandı. Ardından titreyen sağ eliyle telefonunu cebinden çıkardı.

Woo Hyun'u arayacaktı. Aslında diğerlerini de aramak istiyordu ama bunu yapamazdı. Woo Hyun hariç grubun geri kalanıyla, dağılma sürecinde büyük bir kavgaya girmişti. Hâlâ lideri savunduğu için diğerleri üstüne gelmiş, onu ciddi anlamda kırmışlardı. Hâlbuki hepsinin yapması gereken şey buydu. Dağılmamak için, ayakta durmaya devam etmek için beraber olmaları gerekiyordu. Tamam, o da lidere en az diğerleri kadar kızgındı, ama onlar birbirlerine yıllarını vermişlerdi. Her şeyi bir anda silip atmak o kadar da kolay değildi Sungjong için.

Başını sağa sola sallayıp, Woo Hyun'un numarasını buldu. Aramak için ekrana dokunurken bile eli titriyordu.

İkinci çalışta telefon açıldığında, sesini yükselterek o güzel haberi ağabeyine verdi. "Woo Hyun hyung! Belki benim hayal gördüğümü söyleyeceksin ama, Sung Gyu hyungu buldum! Hatta onunla konuştum bile!"

※※※

"Bana ne anlatacaktın? Başla bakalım." dedi Min önündeki lezzetli etlerden bir parçayı ağzına koymadan hemen önce. Dört saatlik uykuyla ayakta durduğunu varsayarsa, birazdan içkinin de etkisiyle sızıp kalmasına az kalmıştı. Bu yüzden Sung Gyu'nun bir an önce konuşması gerekiyordu. Yoksa geri kalan zamanda onu dinlemeye devam edebileceğini hiç mi hiç düşünmüyordu.

Sung Gyu ise düşüncelerinin içine öyle bir dalmıştı ki, oradan çıkmaya niyeti yokmuş gibiydi. Zaten uzun süre de düşünce denizinden çıkıp Min'in isteğini yerine getirmemişti. Gözlerini bir noktada sabitlemiş, tekrar ve tekrar aklında Sungjong'la karşılaştıkları anı canlandırıyordu. O genci ne kadar özlediğini, şu masaya oturup zihnindekilerle baş başa kaldığında ancak fark etmişti.

"Ya! Bak mal mal yere bakıyorsun beni de korkutuyorsun burada! Ne oldu sana?" Min sonunda dayanamayıp endişeyle sormuştu. Görüş alanındaki şeyler bulanıklaşmaya başlamıştı.

Sung Gyu Min'in sesini duyunca transtan çıkmışçasına titredi. Yerdeki bakışları Min hyungunu bulduğunda, derin bir nefes aldı. Bu adam kendisinden yaklaşık 3 yıl büyük olmasına rağmen nasıl Sung Gyu'dan daha genç görünebilirdi? Belki de giydiği takım elbise gençleştiriyordu onu kim bilir... Sung Gyu konuşmaya nasıl başlayacağını bilmediği için olabildiğince uzatıyordu konuşmaya başlama süresini. Bu sırada bakışlarını onun yakışıklı yüzünde dolaştırdı. Karşısındaki adamın yorgun olduğu her halinden belli oluyordu. Gerek ağır ağır konuşması gerekse gözlerinin altında oluşan torbalar yorgunluğunu ele veriyordu. Dolgun dudakları çatlamıştı. Belki de bir çatlama değildi, sürekli dişlediği için bu hale gelmişti. Ne kadar az uyuduğunu gözlerindeki kırmızı damarlardan çok iyi anlıyordu. Umuyordu ki kendisi için çabalarken böylesine yorulmamış olsundu, aksi takdirde vicdan azabı çoktan kapısına dayanmıştı ve kapıyı kırıp içeri girmek için hevesle bekliyordu.

Tekrar derin bir nefes aldı. Eğer biraz daha konuşmazsa karşısındaki yorgun adam, güçsüzlüğünü umursamayıp ayağa kalkacak ve kafasına bir tane indirecekti. "Sungjong'la görüştüm." dedi Sung Gyu sonunda konuşabildiğinde.

"Sungjong kim be?!" İçkinin yavaş yavaş bedenini ele geçirdiğinin farkında olmayan Min, sesini yükselterek sormuştu.

Bu adam içince cidden dayanılmaz bir insana dönüşüyordu.

"Vardı ya hani, grubun en küçüğü."

"Ha şu hepinizden daha yakışıklı olan velet..."

Sung Gyu kendini tutamayıp büyük bir kahkaha attı. Min hyungu aralarından bir tek Sungjong'u severdi. "Aslında görüşmedik. Ben kayboldum ve nasıl oldu bilmiyorum ama o beni buldu."

"Kaçan kovalanır evlat." dedi Min üçüncü şişenin sonundaki sıvıyı bardağına boşaltırken. Sung Gyu daha bir yudum bile içmemişti.

"Hyung! Biraz ciddi olur musun? Sana baktıkça gülesim geliyor. Üstelik bu sözlerin ne böyle? Gören de içinde 80 yaşında bir dede var sanacak."

"Yaşlandım oğlum yaşlandım. Beni sizler yaşlandırdınız! Neyse, azıcık içiyoruz şurada. İki dakika sus bakayım." Min boğazından garip bir hırıltı çıkardı. Çoktan kendinden geçmişti. Normalde sarhoş olması için üç şişe yeterli olmazdı ama yorgunluk da bedenini ele geçirdiği için üçüncü şişenin sonunda sarhoş olması kaçınılmaz olmuştu.

"Daha anlatacağım çok şey vardı hyung..." dedi Sung Gyu. Sesi ister istemez sonlara doğru kısılmıştı çünkü Min birden ayağa kalkmış, başının dönmesinin verdiği etkiyle bir sağa bir sola sallanarak en yakındaki çimenliğin yanına gitmiş ve içinde ne varsa çıkarmıştı. Bunu yapmak sadece bir dakikasını almıştı.

Sung Gyu yüzünü buruşturdu. Bu adamın ciddi sorunları vardı. Tanrı aşkına, çimenlerden başka kusacak yer mi kalmamıştı?!

"Ya, hyung! Ne yaptın hyung?! Ah, ne yapsak?" Genç kızlar gibi garip hareketler yapmaya başladığını fark ettiğinde kendisine gelip ayağa kalktı. Min'i alıp buradan götürse çok iyi olacaktı.

Min hala çimenlerin orada debelenirken ayağa kalktı. Gidip bu gecenin tutarını ödedikten sonra hızlı adımlarla Min'in yanına ulaştı. Min'in gözleri kapalıydı.

"Hyung hadi gidiyoruz." dedi Sung Gyu Min'i omzundan tutup sarsarken. Fakat bu hiçbir işe yaramamıştı. "Hyung gitmemiz gerek." Min'in yüzüne sert sayılabilecek bir tokat geçirdi.

Bunun bedelini daha sonra ödeyeceğinin farkındaydı.

Min yerinden sıçrayıp korkuyla gözlerini açtı. Çatlamış olan dudakları daha da kızarmış, yüzü bir anda on yıl yaşlanmıştı sanki. Öyle bitkin bakıyordu ki Sung Gyu'nun küçük gözlerine, Sung Gyu kendisine küçük bir lanet savurdu. Onu buluşalım diye zorlayan kendisiydi.

"Hadi hyung, seni evine götüreyim." dedi. Sesi bir fısıltıdan farksızdı o an. Ama yüksek sesli konuşsa da bir şey fark etmezdi, Min onu duymuyordu bile.

Zorlukla birkaç metre ilerideki arabaya kadar taşıdı Min'i. Kilitli olan kapıları açarken biraz soluklandı. Ardından Min'i yolcu koltuğuna bindirip kemerini bağladı. Kendisi de ön taraftan dolaşıp sürücü koltuğuna oturduğunda, elini sol cebine atıp eski model telefonunu çıkardı. Aradığı numarayı bulduğunda, ciğerlerindeki kirli nefesi dışarıya salıp arama tuşuna bastı.

"Tan, birazdan orada olacağız. Ağabeyine yiyecek bir şeyler hazırlar mısın?" Min'e bakıp kıkırdadı. "İçindekiler isyan edip dışarı çıktı da birazcık."

※※※

Şu mübarek günde Min'i de sarhoş ettim ya, helal bana xbsvsvs
Bayram öncesinde köye gitmeden önce bir bölüm bırakayım buraya dedim.
Geçen seneyi hatırlıyorum da... Tam bu zamanlarda 00:00'a iki üç bölüm ard arda atıyordum.
Stüdyoda hüzünlü anlar...
Şimdiden bayramınız mübarek olsun gençler. Umarım şeker tadında bir bayram geçirirsiniz.*-*

00:01 // kim sunggyuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin