Henüz sabah olmuştu. Sağına çevirdi kafasını yanındaydı, hala gitmemişti. Evden kovulduğunu söylediğini hatırladı. Tavana doğru seyredaldı. Neden sevemiyordu kimseyi? neden biri için gözyaşı dökmenin zevkini hiç tadamıyordu, ne kadar acı olsa da belki de hoştu. Bunu neden bilemiyordu. Yanında masumca yatan o kıza acımayı, ona sarılıp merak etme kal benimle diyebilmeyi çok isterdi… çok… tavana daldı. çok seviyordu tavanı.. o sırada sevişen akrep ve yelkovanın sesleri geliyordu saatten kulağına ve tüm gece sevişmiş bir kadının nefes sesi… Ne kadar da çok sevişen vardı etrafında… tavanda bir sinek dikkatini çekti, nasıl tutunmuştu oraya hem de kafa üstü her şey o kadar aptalca gelmeye başlamıştı ki o sırada bir telefon çalmaya başladı. şaşırdı. masumca uzanmış ve tüm gece sevişmiş kadın uyandı, telefona baktı, kırmızı tuşa bastı. daha sonra, telefonun tepesindeki yazısı silinmiş tuşa uzun süre basılı tuttu. telefonu sanki onun vücuduna dokunurcasına yavasca yastığına bıraktı. o kadar güzel gülümsedi ki. o gülümseme için ona acıyabilirdi, kal diyebilirdi ama daha sonra gölgenin yaptıkları geldi aklına, bir kadın… ne kadar da acımasızdır kadınlar, canidir, vahşidir, kadınlar, kadınlar hiç acımazlar. acı çeken bir erkeği hiç göremezler ve o kadına acımaması gerektiğini anımsadı. sert bir bakışla kafasına kadına çevirdi. gözüne gökyüzünün morumsu soluk rengi ilişti. söyleyeceklerini erteledi. çok sıkıcıydı hayat. her şey o kadar sıradandı ki. fazlasıyla hem de. duraksadı, yutkundu. gözleri kısıldı sırıtırken. ‘sanırım gitme vakti geldi?’