Geniş bir yatağı vardı yalnız adamın. Her birinin yüreğinde tutsak yaşadığı, her birinin dilinden eksik etmediği küfürlerin ana kahramanı olduğu ve her birinin bir aralar sevdiği onlarca bedeni bir arada yaşatacak kadar geniş. Yatağında uyanabilmek için tüm benliğini feda edebileceği anlar yaşamıştı haftalar önce yalnız adam. Tüm benliğini rahatlıkla silip atacağı anlar. Yumruk dolu, kan dolu, hakaret dolu ve her biri diğerinden daha soğuk, her biri bir öncekinden daha acı, her biri bir öncekinden daha….
Sağ tarafına çevirdiğinde boynunu; gördüğü yırtık perdenin bile özlemini çektiği anlardı bunlar. Karanlık, rutubet kokan, ansızın gelen mart ayazından daha soğuk bir nezarethane idi tüm acıların sahibi. Tüm acıların sahibi; yüreği birbirinden kirli milislerle dolu nezarethane. Her biri diğerinden daha çirkef, her biri diğerinden daha adi… ve her birinin belinden yukarısını göstermeyecek şekilde dizayn edilmiş ışıklandırma sistemli bu nezarethanede işittiği; daha önce babasından dahi duymadığı pis hakaretlerin altında ezildiği, ezildiği ancak hiç bir zaman küçülmediği… kır saçlı, çirkin, kahverengi yırtık kazaklı, kumaş pantolonlu, bok kokan bir adamla paylaştığı battaniyeden kurtulmayı; karaciğerine kadar işleyen soğukta uyumaya yeğlediği günah dolu, küfür dolu; abazanlıktan o kan kokulu demir parmaklığı sikmek isteyecek kadar düşmüş olan adamların spermleri ile dolu nezarethane…
Evinde yanmıştı. Uyanmak uzun bir süreden sonra ilk defa bu kadar çekici geldi. Artık yanında otuz bir çeken kır saçlı bir adam yoktu, sidik kokan kenarları yırtılmış ucuz battaniye yoktu artık. Yatağı vardı. Yağlı saçlarıyla uyumaya dahi kıyamadığı yastığında uyanmıştı. Akrebin yelkovan ile sabah sevişmelerini duyarak uyanmanın keyfine varıyordu. O sabah hayat güzeldi. O sabah hayat sanki bir tek onun için özeldi. Yırtık perdenin arasından sızan, ayazda belirmiş güneşin ışığı odayı aydınlatırken hayatın dede ismini verdiği; aslında tanrı kadar yüce adamın cümleleri geldi aklına. Aziz bir adamdı dedesi. Çok güzel gülerdi ve çok da güzel kızardı. Hepsinden öte güzel severdi dedesi. Çok güzel severdi. Bu cümleleri ona söylerken de seviyordu, yine güzel seviyordu; hem de olabildiğince güzel seviyordu hayatı. Hayatı ve küçük yalnız adamı severken o aziz adam; dökülüyordu cümleleri ağzından:
- Güneşi görebilmek herkesin harcı değil, soğukta hissedebilmek onu. Doya doya içebilmek, yavaş yavaş. Kana kana… güneşin seni kandırmasına izin ver yavrum. Bir kış günü dahi çıksa bile, yalancı güneş konsa da adı izin ver kandırsın seni. İnsanların aptallığına kanmayı doğanın yüceliğine kanmaya tercih etme.
Cümleler geçerken aklından yalnız adamın; perdenin yırtığı arasından sızan güneşi içiyordu usul usul, bir dikişte de bitirebilirdi, ancak.. istemiyordu. Doya doya içiyordu onu. Her bir yudum yaşamın dede adını verdiği ancak tanrı kadar yüce kır sakallı; aziz adamı hatırlatıyordu ona.
Ve beklenilen olmuştu. Ayazın sürüklediği bulutlar kapatmıştı güneşin çehresini. Yırtık… Artık; yırtığın hiçbir önemi yoktu…