Burnunun ucu üşüyordu; boğazının içi ısınırken. Lav sıcaklığındaki kahve boğazından geçiyordu hunharca. Bu ölümcül kahkahaları dinlemek hoşuna gitmiyordu. Onu esaretten kurtaran küçük suratlı, minik kadın şimdi gözünde kocaman bir hiçlik oluvermişti. Koskocaman bir hiçlik. Yıkılan bir umudu temsil ediyordu, devrilen bir süpermarket rakını yahut devletin özenle yaptığı yolun heyelanla denize akmasını belki de… tüm umudu kırılmıştı. Bu acımasız kahkahalar onu daha çok üzüyordu. Tahminlere itiyordu onu. Tahmine iten her bir şeyden nefret ederdi. Tahmine iten her bir şey… Bu yüzdendir ki hiç spor oyunu oynamazdı. Önceden tahmin edilmiş bir skor ve galip gelmeye çalışan paralı şovalyeler; sporcular. Ne kadar da acımasızdı hayat. Milyonların gülüp eğlenmesi için spor olarak süregelmiş; şimdilerde ise namus meselesi olmuş bir olgu için ter dökmek. Ne kadar da trajikomik; eğlencenin aniden savaş malzemesi yapılması.
Kahkahalar sonunda dinmişti. Malkoçoğluna ardı ardına atılan okların bitmesi gibi. Hamle sırası ondaydı. Bu kahkahalara cevap olarak vereceği şey belki de o küçük çehreli garip kadını kendine bağlayacaktı. Yahut tamamen itecekti uçurumdan aşağıya. Tüm dikkatler ondayken o ise sadece kahvesinin son yudumunu alma gayretinde idi. Loş ışıklı bir kafede bir kahve içmek ancak bu kadar acı olabilirdi. Oysa ki garsonlardan acı kahve istememişti. Kafenin ışığı loş idi. Onun gülümsemeleri kadar loş idi en az. Küçük çehreli nadide kadının kahkahaları ile ters orantılı. Harikulade bir teoriyi dünyaya anlatırcasına heyecana kapılmıştı. Kahvesinin son yudumu, gırtlağında can çekişiyordu. Hadi diyordu kahve, hadi! Öldür beni ve başla anlatmaya teorini şu karşındaki; aniden kahkaha makinesine dönüşen kadına. Her bir organı pür dikkat ağzına odaklanmıştı. Beyni dahi emir vermeyecek kadar çekinikti o an ağzına. Hadi diyordu ayak tırnakları. Hadi diyordu pamuk bağlayan göbek deliği. Hadi diyordu. Yumruk yemekten baygın düşen kaburgaları diyordu bu sefer de. Hadi!
Adrenalin artık tüm vücudunun hakimi haline gelmişti. Loş ışıklı, masaları birbirinden oldukça uzak, eskitilmiş harman tuğla dekorlu bir kafede bir hezeyan olacaktı şimdi. Umudun yerle bir olmasının kafeye sıçrayan hezeyanı olacaktı. Minik çehreli, lal dudaklı kadın onu pür dikkat izliyordu. Tane tane gözlemliyordu hareketlerini. Sade sade alıyordu içlerinden cımbızla zihnine. Sahne sahne tekrarlıyordu son yudum kahveyi miğdesine indirmesi. O an o kadar uzundu ki. Kafenin uçsuz bucaksız koridorunun sonundaki saat bile isyana geçmişti. Akrep yelkovan ile sevişmeyi bırakmış; şimdi sadece onun ağzından çıkacak sözcüklere gebe kalmıştı. Yasaktı sevişmesi akrep ile yelkovanın o an. Köşede oturan küçük kız ise hala zihni ile doyumsuz sevişmelerdeydi. O ise sonunda konuşabilmişti. Loş ışıklı kafe artık sözcüklerle inliyordu.