Unutmuştu.
Onu sevdiğimi söylememi istediğini unutmuştu. Ne kadar güzel olduğum hakkında bir sürü şey söylediğini, dudaklarımı hissetmek istediğini söylediğini unutmuştu. Hatırlaması için dalağımı verirdim ama hatırlamıyordu. Elime bir alet alıp beyninin içine sokmak istiyordum. Belkide hatırlıyordu ama numaradan hatırlamıyor gibi yapıyordu.
Sarhoş olmasını sağlayıp, dudaklarımı hissetmesine izin veresim vardı. Kimseyede anlatamıyordum ki, içimde kurup duruyordum. Bir sürü senaryo çıkarmıştım. Zihnimde dört dönen fikirlerden her hangi birini gidip yapım şirketlerine anlatsam film bile çekerlerdi.
O günden beri tam olarak bir hafta geçmişti. Koskoca bir hafta.
Başka bir odaya geçtiğinde bile özlemek, soluğuyla nefes almak, vücuduna hem kırarcasına sarılmak istemek hem de soluğunun zarar alacağından korkmak, içine girmek ama sadece tek vücut olmak için hiçbir kösnül dürtü olmaksızın içimde olmasının nasıl hissettireceğini hayal etmek... Bütün bunlar aşk mıydı, yoksa büyü mü, bilemiyordum.
Büyü olmasını yeğlerdim. Kötü bir cadının yatağımın altına büyü torbası yerleştirip hayatım boyunca saf nefret beslediğim dayıma karşı çekim hissetmem için böyle bir yola başvurmasını, arkadaşlarımın benimle alay etmek için Han ile plan yapmalarını tercih ederdim fakat aşk cevabını kesinlikle kabul edemezdim.
Bu basit bir şey değildi. Haydi markete gidip limonlu soda alalım deyip elmalı soda alarak geri dönmek kadar basit değildi. Sabahları, zaten akşamleyin yatacağım düşüncesi ile yatağınızı öylece dağınık bırakmak gibi değildi. Aceleniz olduğu için çiş yapmanın ardından elinizi yıkamadan tuvaletten çıkmakla da alakası yoktu. Aşık olmaktan korkmuyordum, dayıma aşık olmaktan korkuyordum. İzlediğim aşk filmlerine her zaman özenmiştim ama hiç bir filmde dayısıyla ilişki yaşayan biri yoktu.
Geçen ay aktardan aldığım hanımeli çayını yapmak için su kaynattığım vakitlerde, her zamanki gibi televizyon izliyordu. Arada bir kahkaha atıp, beni yanına çağırdığında sertçe reddettiğim için vazgeçmiş, tek başına izlemeye devam etmişti. Yanında olmasamda kahkalarını dinleyerek huzur bulmaya çalışmıştım. Bundan kısa bir süre önce gülme sesinden rahatsız olurken şimdilerde gülmesi için yapmayacağım şey yoktu herhalde. Palyaço bile olurdum.
Suyun kaynadığını belirten ses mutfakta yankılandığında su ısıtıcısını elime alıp çay fincanına boşaltırken '' Han!'' diye seslendim içeriye doğru. Bir kaç saniye sonra nefesi teklerken içeri girdi ve onun bu halini gördüğümde beş kilometrelik bir yolu koşarak geçmişim gibi hissetmeye başladım. Kalbim fazla hızlı atıyordu.
Yemek masasının sandalyelerinden her hangi birine oturup ayağını önündeki sandalyeye uzatırken ''Sehun.'' diye mırıldandı. İnsanların ağzından adımı binlerce kez duymuştum. Sınav notlarım okunurken, kavga ederken yakalandığımda veyahut herhangi biri bana seslendiğinde herkes Sehun derdi. Han'ın ağzından duymaksa bambaşka bir histi.
''Adımı söylemeyi kes.'' pokemonlu fincanımı masanın üzerine koyarken söylediğimde kollarını önünde birleştirip ''Neden?'' diye sordu. Isıtıcıda kalan suyu kafasından boşaltsam ne kadar vicdan azabı çekerdim acaba? Ne diye sebebini soruyordu ki istemiyordum işte illa bir nedeni olacak değildi ya. Sorusunu es geçip '' Çay içer misin?''diye sordum.
''Ben bitki çayı içmem.'' dedi.
Bardağımdan büyük bir yudum aldım ve tatminle ona baktım. Kaşları saçına göre daya koyuydu, hatta kavisliydi sanki kalemle çizilmiş gibi duruyorlardı.
'' Bu yüzden hiç gülümsemiyorsun. Eğer bitki çayı içseydin daha iyi bir insan olurdun.''
Yüzüne yapmacık bir gülümseme yerleştirip alnının sol tarafına doğru düşen perçemleri arkaya doğru atarken ''Adını neden söyleyemiyorum?'' diye sordu bir kez daha.