Han'ın kaynaştırma çabaları eşliğinde geçirdiğimiz iki saatin sonunda, halen daha Mark'ı öldürmek istiyordum. Nereden türemişti birden onu bile anlayamıyordum. Han'ın etrafındaki insanlar mitoz ürüyordu ve bu o kadar sinir bozucuydu ki; birisine evlenme teklifi planları yapsam ve o günün sabahı bana ayrılmak istediğini söylese bu denli sinir olmazdım.
Birisiyle randevusu olduğunu söyleyip gittiğinden beri yüzüm sirke satmaya devam ediyordu. O gitmeden evvelde böyleydim ama neden böyle olduğumu kimse sorgulamadığından, kimsenin umurunda olmadığımı fark etmiş daha beter olmuştum.
Birisiyle buluşması varsa ne diye vaktini burada öldürmüştü ki? Buluşacağı kişiye de ayrı acıyordum. Han, salonda oturmuş Gossip Girl izliyor, Chuck denilen çocuğa saydırıp duruyordu. Diziye hâkim olmadığından ne diye saydırdığını anlayamamıştım ama arada Blair dediğini duyuyordum. Umurumda değildi, dışarı çıkmak istiyordum.
''Ben dışarı çıkacağım.'' Ayaklarımı sehpanın üzerinden indirdiğim sırada söylediğimde, televizyonun sesini kıstı. ''Nereye gidiyorsun bu saatte?'' diye sorduğunda kaşlarımı kaldırdım. Bileğimdeki mor saate baktım; ''Saat ona geliyor. Ne saçmalıyorsun?'' diye mırıldandım. Benim aksime kaşlarını çattı, dudakları düz bir çizgi halini aldı. ''Nereye gidiyorsun? Diye sordum. Tekrar etmeyeceğim.''
Kahkaha attım. Güldüğümde kasılan karnımı umursamadan gülmeye devam ettim. Çatık kaşlarının, yerini gülümseyen surat aldığını fark edene kadar amansızca kahkaha attım ancak öyle bir bakıyordu ki o bana öyle bakarken gülebilecek gibi hissetmiyordum.
''Neden öyle bakıyorsun?'' diye sordum. Gülmekten yaşaran gözlerimi sağ işaret parmağımla siliyordum. Oturduğu yerde, dirseğini dizine dayadı. ''Nasıl bakıyorum?'' diye sordu. Gözlerimi kıstım. Nasıl baktığını anlatabileceğimi zannetmiyordum, sadece kendimi dünyanın onuncu harikası gibi hissettiriyordu. Sanki o dünyaymış, bende ihtiyacı olan ışığı veren güneş ve aymışım gibi.
''Dünyanın en değerli şeyiymişim gibi.'' dedim. Gülümsedi. Elmacık kemiklerine doğru kayan bakışlarımı kaçırıp odanın içini incelemeye çalıştım. '' Gözler yalan söylemez.'' Diye mırıldandığında gözlerimi devirdim.
'' Bu lafları Mark'ın üzerinde kullan.''
'' Çocukluk arkadaşıma neden böyle bir şey söyleyeyim?'' diye sordu. Kaşlarımı çatıp, gözlerimi kıstım. Kollarımı önümde birleştirdiğimde hafifçe tebessüm ettiğini fark etsem de umursamadım. '' Ayaklarını sana sürterken öyle görünmüyordu.'' Söylediğimde gülümsemesi genişledi. ''Bacağımdan tikim olduğu için uğraşıyordu.'' Gülerek söylediğinde durduğum yerde salınıyordum. '' Sürtünüyordu Han. Birbirimizi kandırmayalım.''
Bir şey söylemeden başını salladığında ''Bana açıklama yapma.'' Diye söylenip, kollarımı çözdüm. Birkaç saniye dudaklarını açıp kapattı. Bir şey söylemek istiyor gibiydi. '' Ne söyleyeceksin?'' diye sordum. Dilini dudaklarında dolandırdı. Islanmış dudakları görüş açıma girdiğinde kafamı iki yana salladım. '' Bir şey söylemeyeceğim.''
Kafamı salladım. ''Ben gidiyorum.'' Önünden geçerken söylediğimde arkasına yaslandı. '' Geri dönecek misin?'' diye sorduğunu duyduğumda, yüzümün ona dönük olmamasından faydalanarak tebessüm ettim. '' Sadece bara gidip eğleneceğim.''
''Bende geleceğim.'' Bağırdığında omzumu silkip odama girdim.
Odadan çıktığımda, kapının önünde güzelce hazırlanmış bir şekilde beni bekliyordu. Ellerime cebime sokup yanından geçtim.
Kısa süre sonra yanı başımda bitiverdi. Dış kapıyı aralayıp ayakkabılarımı giyerken, "Bazı insanlar dokunuşları seviyor," dedi. Parmaklarım bağlamakta olduğum bağcıklarda takılı kaldı, anlamadığımı gayet belli eden bakışlarla ona baktım.