''Bir dakika. Annemin hislerinden dokuz senedir haberdar olduğunu söyledin ama sen on dört yaşında beni sevmeye başladıysan eğer ve annem bunu biliyorsa dokuz sene değil on beş senedir farkında.''
Lafını bölüp Pisagor edasıyla konuştuğumda gergince gülümseyip kafasını kaşıdı. Yüzünü elleri arasına aldı. Parmakları ile alnına masaj yaptığında konuşmayı bırakmayı düşündüm. Rahatsız oluyordu ve hepsini tek seferde konuşmanın bize bir yarar sağladığı da yoktu. Belki de güzelce yatmalı, birbirimize sarılıp kokularımızdan güç almalıydık. Yani en azından ben alırdım çünkü cennet gibi kokuyordu.
Elbette cennet kokusu hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Sadece kitaplarda akıllara sığamayacak kadar güzel bir yer olduğundan falan bahsedilen bu yerin kokusu da güzeldir diye düşünüyordum. Gerçi varlığından bile emin değildim. Keşke biri ölüp dirilseydide öyle bir yerin olup olmadığını öğrenebilseydik.
Amerikalılar kendinden utanmalıydı bu konuda. Uzaya bile adam çıkardılar ama halen bu konuda bir şey söyleyemiyorlar. Tanrının işine karışamamak bu olsa gerek.
"Eunji sana aşık olduğumu ilk zamanlarda anlamadı çünkü ben bile farkında değildim. Sen nasıl anladın bilmiyorum ama şahsen birini sevdiğini kolay anlayabilen biri değilim."
Kafamı salladım. "Sahi," dedi. " Sen nasıl kabul ettin beni sevdiğini?" Diye devam etti. Dudaklarımı büzdüm. Ona duyduğum sevginin eskilere dayandığını, sadece yeni yeni fark etmeye başladığım hakkında birşeyler söyleyip söylememem gerektiğini düşündüm. Daha benim sıram gelmemişti. Cüret edemezdim, onun iç burkan hikayesini yarıda kesip kendi gereksiz, aptallığımı anlatmaya. Birde alay etmesini istememem vardı ancak önemli bir sebep değildi o.
"Ağladığını gördüğümde, küçük parmağım sehpanın kenarına çarpmış gibi hissettirince seni daha fazla ağlatmamam gerektiğini düşündüm. Birde sarıldığımız zaman..." Sarılmamız aklıma geldiğinden yüzümde belli belirsiz bir gülümseme oluştu. Tekrar sarılmak istiyordum. Olmam gereken yeri hissetmeye ihtiyacım vardı.
Oturduğum yerden kalkıp, ayağa dikilmesini sağladım. " Ne yapıyorsun?" Diye sordu. Karşımdaydı. Kollarını iki yanından sarkıtmış, piknikteyken akıttığı göz yaşlarının etkisiyle kızarmış gözleri, kızarmaktan bir hal olmuş yanakları ile tam karşımdaydı.
Hafifçe gülümsedi. Gülümseyişine gülümseyip, her bir mimiğini zihnime not edeceğimi yazdım aklımın bir köşesine. Kollarım, belindeki yerini buldu. Başımı boynuna doğru sokmam ile beraber, parmaklarını ensemdeki saçlarımda hissettim. Kolunu boynuma doğru dolamış. İyice yakınlaştırmıştı bedenlerimizi.
Burnum, bedenimde olma sebebini bulmuş gibi derince içine çekti Han'ın kokusunu. İşte. Sözde Tanrımız tarafından yaratılan her şeyin belirli bir yaratılma amacı varsa eğer; burnum onu koklamak, kollarım ona sarılmak, ağzım onunla konuşabilmek hatta öpücükler bırakabilmem için ve kulaklarım onu duyabilmek içindi. Organlarımın böylesine güzel eylemlerde bana yardımcı olmasından hoşnuttum ve yukarıdaki kırk yılda bir güzel bir şeyler yapmıştı.
" Sana sarıldığımda ölümüme ramaklar kala, ciğerlerime yeniden nefes dolmuş gibi hissediyorum." Diye fısıldadım, kulağına doğru. Tutuşu sıkılaştı. Kulağımın altında kalan noktaya ufak buseler kondurdu.
Bir kaç dakika bir şey söylemeden kokusunu ciğerlerime doldurdum. Konuştuğumuz süre boyunca, soluduğum havanın, kokusunu beraberinde götürmeyeceğini temenni ediyordum.
Ayrıldığımızda dudaklarıma kısa bir öpücük kondurup, " Seni seviyorum." Diye mırıldandı. Dudağının kenarına seri şeklinde buseler kondurdum. " Bende seni seviyorum ama anlatmaya devam edeceksin."