O gün, bu kadar uzun süredir mutlu olmamızın altından neler çıkabileceğini düşünüyordum. Sözde evrenin yaratıcı olan koca yürekli tanrımızın, buna izin verdiğini Fransız filmlerinde dahi görmemiştim. Şayet Fransız sineması öyle bir sektördü ki gerçeklikten uzak, yaşanılan aşk klişelerini nasıl daha fazla geliştirebiliriz diye düşünülerek yapılmış filmlerden oluşuyordu ve Fransızlar bile insanların sürekli mutlu olmasına izin vermiyorken, ne diye inanacaktım sonsuza dek mutlu olacağıma?Hiç bozulmayacak bir mutluluğa sahip olmak, kalabalık bir otobüsten hiç kimseye dokunmadan inmek gibiydi. Dokunmadan inemeyeceğinizi biliyordunuz ancak dokunmamak için tüm sınırlarınızı zorluyor, mümkünse insanların sizden uzaklaşması için korkutucu sesler çıkarıyordunuz. Günün sonundaysa tüm uğraşlarınız bir uçurumdan aşağı gidiyor, yaşlı teyzelerden biri kolunuzdan tutunmaya başlıyordu.
Han ile o kadar mutluydum ki bunu hak etmek için öbür yaşantımda ne yapabilmiş olacağımı düşünüyordum. Bunu hak etmek için Kolera salgınına falan çözüm bulmuş olmalıydım, hatta öbür hayatımda bu denli zeki iken, bu yaşantımda bir o kadar aptal olmam evrenin bana bir oyunu bile olabilirdi.
Her hücresini sevdiğimi yeni yeni fark ediyordum. Öyle basit bir sevgi değildi. Öyle bir sevgiydi ki bendeki; karanlığı bölen cılız bir ışık gibi. Fırtınada çırpınan kanatlar gibi. Islanmaktan korkmayan bir kelebek gibi seviyordum onu.
Evdeydim. Televizyonda Martha Stewart şovlarından birini izliyor, Han'a yapabileceğim yemeklerin sayısını çoğaltmaya çalışıyordum. İyice ev kadını gibi olmam bile sorun değildi. En azından Baekhyun böyle söylemişti çünkü o da evdeydi. Belkide kendisini avutmak için böyle bir yalana başvurmuştu çünkü Martha, bakışlarını kameradan bir an bile çekmeden yemeğini ustaca yaparken, tek düşündüğüm hava bu kadar güzelken dışarıda olmanın nasıl hissettireceğiydi.
Dışarı çıkmaktan hoşlanan biri değildim. Rüzgarın, vücudumu okşamasından hoşlanmazdım ama şimdi açık balkon kapısından giren rüzgar sesleri o kadar güzel geliyordu ki kulağıma, yaptığım yürüyüş esnasında dinlediğim müzik ile karışmasını istiyordum.
Bu yüzden oturduğum yerden kalkıp giyinmeye gitmeden evvel, hızlı numaradan sevgilimi aradım. Ona sevgilim demek bile güzeldi. Sevgilim sıfatının bu kadar güzel olduğuna kim inanırdı ki? Şahsen ben inanmazdım. Gerçi o kadar güzel bir laf değildi. Güzelleştiren söylediğim kişiydi.
Han, üç çalıştan sonra telefonu açtığında; '' Efendim gün ışığım?'' diye sordu. Nefesim tekledi. Telefonun karşısında olduğu için şanslı olduğumu düşündüm, gün geçmiyordu ki üzerimdeki etkisi geçsin. '' Şey ben..'' diye bir şeyler geveledim. Gün ışığım da neydi ya? Herkese mi böyle romantikti bu adam? Kesecektim o dilini. Hele bir başkasına böyle söylediğini öğreneyim dilini kesip ona yedirecektim.
'' Bir sorun mu var bebeğim?'' diye sordu bu kezde. Kafamı iki yana salladım. Sevgilim o benim diye geçirdim içimden. Tabi diyecekti bunları. Bana söylemeyecekti de kime söyleyecekti? Şirketlerinde ki sümüklü Gikwang'a söyleyecek hali yoktu.
'' Hayır, hayır bir sorun yok sadece...'' Şimdide neden aradığımı unutmuştum. B-12 Vitamini almayı bir yerlere not etmem gerektiğini düşündüm. İyice balık olmuştum. '' Beni sevdiğini söylemek için mi aradın?'' deyip kıkırdadığın da dudaklarımı ısırdım. '' Hayır ama seni seviyorum.''
Gülüşü kulaklarımda yankılandı. Telefonu kapatır kapatmaz, kaydettiğim ses kayıtlarını açacaktım. Bir sürü gülüş sesi vardı. Çok komik bir şey gördüğünde, az komik bir şey gördüğünde, heyecanlandığında, ne yapacağını bilemediğinde. Hepsinde gülme tonu farklıydı ve Tanrı şahidimdi ki hepsinde ayrı bir güzeldi. Bir kez daha onu hak etmediğimi düşündüm.