Müzik: I will survive, Gloria Gaynor
Ağustos 1996
Bulutların üzerinden bakınca her şey ne kadar farklı görünüyor!
Haritadaki sınırlar yok yeryüzünde. Ağustos ayında bile tepeleri buzullu haşmetli dağlar, ihtiyar dünyanın kırışıkları derin vadiler, alabildiğine uzayan yeşil vadiler var, ama sınırlar yok. Dünyayı yamalı bohça gibi parçalara ayırıp etrafımıza dikenli teller çekmeyi biz insanoğlu icat etmişiz. Şu ovayı sonsuz sayıda dikdörtgenlere bölüp işlediğimiz gibi, şuraya binlerce binlerce bina yaptığımız gibi, şuralarda bacalarından volkan gibi duman püskürten devasa enerji santralları, fabrikalar yaptığımız gibi. Her yere yollar açmışız; uygarlığın kan damarları.
Yukarıdan bakınca insan uygarlığı tek bir organizma gibi gibi görünüyor. Yeryüzüne dadanmış bir asalak yahut henüz yerden kendini koparamamış ulvi bir varlık. Kaderimiz bu iki uç arasında. Nereye yöneleceğiz? Bunu her birimizin çabası belirleyecek. Şu traktörüyle toprağı alt üst eden Bulgar köylüsü, şu bisikletiyle işine giden Alman işçisi, şu "En alasını yaparız!" diyen üstad, bu heyecanlı tuhaf denetçi...
İlk defa uçağa biniyorum. İlk defa ülkemin sınırları dışına çıkıyorum. Küçücük camdan aşağıyı görmeye çalışıyorum tüm gayretimle. Almanya üzerinden Kore'ye gidiyoruz. İlk izlenimim tam bir hayal kırıklığı; benim memleketim çorak, düzensiz, derme çatma. Avrupa yeşil, düzenli, bayındır. "Ama onlar sömürgeci!" Hiç de avutmuyor. "Bizim düşmanımız çok!" Rahatlamıyorum, tam tersine daha çok canım sıkılıyor. "Yanlış yerde durakalmışız, şu Viyana'nın ötelerine geçeydik iyiydi!" Gün hayırsız, gelecek umutsuz... geçmişin rüyasına sığınmak en iyisi.
Gümüşhane turnesine iki hafta ara verip ilk yurt dışı seyahatine çıkıyorum. Bilgisayarla çokça haşır neşir oluşumun getirdiği bir fırsat olmuştu bu. Seul'de yapılacak olan bilişimle ilgili iki haftalık bir seminere Cengiz üstad ile birlikte gitmemi uygun görmüşlerdi. Cengiz Abinin İngilizcesi olmadığı için ülkemiz adına tebliğ hazırlama ve sunma işi bana kalmıştı.
Fotoğraf: Seul'de ilk sunumumu yapıyorum. Sağımda Cengiz üstad.
[Sunumun linkini vereceğim.]
Cengiz abi boylu poslu, eskilerin çam yarması dediği bir yapıdaydı. Okuldayken arkadaşlarının ona Deve Cengiz dediklerini söylüyor. Şimdi dul, bir çocuğu var. Alzheimer olan babasına bakıyormuş. Babasının zaman zaman kendisini tanımadığını anlatıyor derin bir hüzünle. "Hiç önemli değil, ben onu tanıyorum ya!" diyor sigarasından derin nefes çekerken.
İlginç bir adamdı Cengiz abi; geniş bir dünya görüşü, analizci bir kafa yapısı, genel sonuçlara odaklı bir bakış, müthiş bir çalışma azmi, milliyetçi bir özgüven ve özgür bir karakter. Çok girişkendi. Toplantı sırasında soru cevaplarda her şeyi çevirmemi bekliyor, kendisi de sorular sormak, cevaplar vermek istiyordu. Oysa ben yabancılarla olan bu ilk toplantımda kendi derdimdeydim. Olan biteni kavramaya ve iletişim kurmaya çalışıyordum. Cengiz abiyi birkaç kere durdurmak zorunda kaldım.
"Abi, dur Allahını seversen! Ben anlayamıyorum ne dediklerini!"
Asyanın değişik ülkelerinden gelen denetçiler çok farklı aksanlarla konuştukları için anlamakta zorlanıyordum. İngilizce pratiğim yoktu pek. Tamam, kamu personeli dil sınavından çok yüksek puanlar almıştım, ama gel gör ki günlük konuşma hiç de dört şıktan birini işaretlemeye benzemiyordu. Bir manavda elmanın fiyatını sormak istemiştim. Bocaladım kaldım.
<Fiyat nasıl soruluyordu? What is the price..? Hayır, öyle değil. How much money...? Yok öyle de değil. Neydi yahu???>
Tabii ki bu tür ifadeler gramer ve kelime bilgisiyle inşa edilemez. Türkçedeki "Şunun fiyatı ne kadar?" sorusunu tercüme ederek İngilizcesini bulamazsınız. Bizim eğitimimizin sorunu buydu işte. Gramer ve kelimeye boğarak yabancı dil öğrenmeyi imkansız hale getiriyorduk.
Ezberciliğe kökten karşı bir insanım. Fakat şuna eminim: dil kesinlikle ezberleyerek öğrenilir. Gramer ve kelime değil. Konuşma dilindeki ibare ve cümleleri ezberleyerek. Evet, papağan gibi tekrarlayarak! Eğitimli bir kişinin bile günlük olarak kullandığı cümle kalıpları 300'ü, 500'ü geçmez. Bu kalıpları ezberlediğinizde o dili mükemmel konuşursunuz. Sadece hangi vaziyette hangi cümle söylenir, bunu öğren ve aynen adamların söylediği gibi söyle yeter. Yabancı dili kendi kalıplarınla yeniden icat etmek için niye uğraşıyorsun ki?
İngilizcedeki sorunlarımızdan biri de tonlamaya hiç dikkat etmememiz. Yazıyı esas alıyoruz ya, çok yanlış. Adamlarda söyleyiş önemlidir. Seslerden çok sesin tonlaması, kelimenin müziği ayırt edicidir. Kanada dediğinde adam sana bön bön bakar. Çünkü keee diye uzatman, nı diye hızla geçip dah diye bitirmen gerek. Bu müziği alamazsa adam kelimeyi çıkaramaz. Zorlanır. Bütün bunların da ezberlenmesi gerekir. Ama sen yazıya bakarsan, kelimeleri öğrenmeye yazı ile başlarsan yandın demektir. Türkçenin kafamıza yerleşmiş olan yazılış=okunuş mantığı İngilizcenin ağzını burnunu dağıtır. Al sana Tingliş!
Yabancı dil ile çok boğuştum. İngilizce yetmedi Fransızca, Arapça da öğrendim. Bu konudaki tecrübelerim sonucunda İngilizce öğrenmek isteyenlere her zaman şu basit tavsiyede bulunuyorum: Radyo dinleyin. Her gün bir-iki saat CBC yahut NPR dinleyin. BBC de olur, önemli değil. Bir yılda mükemmel bir İngilizceniz olur. Film izlesek olmaz mı? O da olur. Gerçi filmlerde çok konuşma olmuyor, olanlar da genellikle abartılı oluyor, ama sorun değil. Cem Yılmaz gibi muhteşem bir üslubunuz olur filmlerden öğrenirseniz. O da fevkalade eğlenceli nihayetinde.
Fotoğraf: Koreli meslektaşım Young ile bilişim mevzularını konuşuyoruz.
Seminer programında gündüz toplantıdayız. Saat 4 gibi toplantı bitince Cengiz Abi ile dışarı fırlıyoruz. Her gün belki 15-20 kilometre yürüyoruz. Seul'ün metro sistemini ezberledik. Değişik semtlere gidip şehri karış karış geziyoruz. Sokaklarında yürümeden bir şehri tanıyamazsın.
İkimiz de elektronik hayranıyız. Elektronik çarşılarını didik didik ediyoruz. Hediyelik birer tane el televizyonu almıştık. Küçük bir tablet gibi. Harika bir alet o zaman için. Paramın yettiği kadar RAM almıştım kendime. Bilgisayara kendimiz takıyorduk RAM'leri o zamanlar. Bir hobi dükkanında gördüğüm benzinli bir metal helikopter çok ilgimi çekmişti, fakat hevesim yeterli gelmedi. İlk gördüğümde almadım. Daha sonra almak için geri döndüğümde dükkan kapanmıştı. İçimde kaldı.
Heves ile tutku arasında önemli bir fark vardır. Hevesler geçicidir ve dikkatli olmazsan seni tutkularına giden yoldan alıkoyar. Hevesler genellikle maddi şeylere yönelir; makineler, markalar, ürünler... Fakat tutku böyle değildir; bir defada elde edebileceğin, satın alabileceğin, ulaşıp bitirebileceğin, tüketebileceğin bir şey asla değil. Göğün sonsuzluğuna inşa ettiğin bir merdivendir o. Çabaladığın kadar yükselmişsindir ama hangi sınıra daha yakın olabilirsin ki?
Tutku saf aşkın ateşidir. Her insanda farklı tezahür eder. Ona tüm varlığınla yapışırsan seni en aşağılardan alır en yücelere doğru yükseltir.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tuhaf Bi Denetçinin Anıları
Non-Fiction***WQ*** Tam bir mahrumiyet dünyasından gelen bir delikanlı... etkisiz bir kurumda kenarda kalmış bir meslek... ve memleketin en kritik sorunları üzerine amansız bir mücadele... yandaşsız, cemaatsiz, partisiz, bağlı ve bağımlı olmaksızın... Sayışta...