"Yağmur daha hızlı yağmaya başlamış. Islanan kağıttan kayığın içine sular doluyormuş. Böylece, kayıkla birlikte, ırmağın azgın sularına gömülüvermiş Kurşun Asker. Kurşunun ağırlığı onu ırmağın en dibine itiyormuş ve bu karanlık, ıssız, soğuk yer; onu korkutmaya başlamış."
Bölüm 30
Telefondan yükselen sert sesle yüzümü buruşturdum.
"Hangi hastanedesin, nerede orası?!"
Şöyle bir etrafıma bakındım. Sol elimin bileğini dikkatle saran hemşire kadın ve asla Emir olamayacak kadar esmer ve cam mavi gözlü yabancı adam haricinde kimse yoktu odada.
"Şili'de" dedim Roza'ya.
"Bella." Sesli, sabırsız bir nefes verdi. "Şili bir ülke."
Kıkırdadım. "Evet Rozacığım, sınırları içinde dolaştığımız ülkeleri bilecek kadar iyiyim, kafamı o kadar sert çarpmadım!"
"Şili'nin neresindesin?"
İşte onu bilmiyordum. Gözlerimi kapatıp iç geçirdim. Uykum vardı ama uyumama izin verilmiyordu. Hissedebildiğim tek şey uykuyken ona ulaşmaktan bile mahrumdum. Bir yerdeydik işte, bir hastane, kazanın olduğu yere en yakın hastane hangisiyse orada olmalıydık mantıken.
"Bıraktığın şehirde işte. Bugün neredeydik ki?"
"Hangi hastane Bella? Konum at."
Sıkılmıştım. Telefonu hemşirenin eline tutuşturdum ve şaşkın yüzüne tatlı bir gülümsemeyle bakmaya çalıştım. "Arkadaşıma yeri tarif edebilir misiniz?" dedim İspanyolca.
Asla Emir olmayan esmer yabancı, endişeden arınmış kibar bir gülücükle uzanıp telefonu aldı. "Ben hallederim."
Omuz silktim. Telefon ona aitti zaten. Bizi de buraya o getirmişti. Sevmediğim cam tonu da olsa, tüm mavi gözlüler kibar oluyordu demek ki.
Emir olmayan adam Roza'ya, Şili'nin hızlı ve karışık İspanyolcasıyla bir şeyler anlatarak odadan çıkarken; işini bitiren hemşire de ona eşlik etti. Sonunda yalnız kalabilmiştim. Hastane yatağında iyice geriye kayıp sırtımı yastığa dayadım, bileğimi kucağıma koydum, dizlerimi karnıma çektim ve gözlerimi kapattım. Zihnim yanlış yerdeki gamzenin kusursuz hayalini göz kapaklarıma yansıtılırken, kendimi kesintisiz düşme hissine bıraktım.
Şili'ye dört gün önce Roza'yla gelmiştik. Meksika'da başlayan ve yazı turayla belirlenen, genelde sarhoş hâlde sürdürdüğümüz ve asla sıkıcılık içermemesi gereken rotamızın dördüncü haftasıydı. Kaybolmaya çalışıyordum ve kafamı dağıtmaya. Yanardağa tırmanmış, kumda ve okyanusta sörf yapmış, uçurumdan atlamış, bungee jumping'ten bir kere daha nefret etmiştim. Windsuit flying'i bir kere daha denemek içinse şimdiden sabırsızlanıyordum.
Kendimi bulduğum eylem buydu işte: Boşlukta düşmek. Düşüyordum. Sürekli, dipsiz uçurumda düşüyordum. Uyuyamıyordum. Yorgunluktan bayılır gibi olunca da düşme hissiyle sıçrayarak uyanıyordum. Sanki yıllardır yoldaydım ve eve dönemiyordum, sanki eve giden yolda binlerce merdiven vardı da ben ilk basamakta tökezlemiştim ve hâlâ düşüyordum.
Bugün Şili'nin hangi şehrinde olduğumuzu bilmiyordum. Roza, banka ve pasaport işlerini halletmek için bugün beni tek bırakmıştı. Günlerden ne olduğundan da emin değildim. Dört haftadır Emir'le, Sarp'la, babamla ya da Derya'yla konuşmamıştım. Dört haftadır balığı hissetmiyordum. Zaten dört haftadır pek fazla şey hissetmiyordum. Üstümde ince, siyah, şifon bir elbise vardı. Kavuran yaz sıcağı için buralardaydık ama akşam serinliğinde bu elbiseyle üşüyor olmam gerekiyordu. Üşümüyordum. İnce siyah bantlı ayakkabılarımı ilk giyişimdi ve tüm gün ayaklarımda kaldıkları için canımı yakıyor olmalılardı. Acımıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Nazende
Teen Fiction"Ayakkabılarımı elime aldığımda, işlerin asla iyi gitmeyeceğini anlamıştım."