Herkese selamm! Sevdiğiniz bir hikayeyi kaldırdım, fakat şartlar mı diyeyim öyle gerekti mi diyeyim bilemedim. Birkaç iyileştirme ve değişiklikle geldim bu defa. Başında rakam bulunan bölümler düzenlenen bölümlerdir.
İyi okumalar!---
Şubat, 1915 - Gelibolu, Çanakkale
Gökyüzünü kaplayan kara bulutlar, savaşın bir yansıması gibiydi. Aniden bastıran yağmur acıyla harmanlanmış gözyaşlarını, gök gürültüsü ise sevdiğini kaybeden insanların acı dolu çığlıklarını andırıyordu.
Kulağımda çınlayan haykırışlar vardı sanki ve bir o kadar da algılayamadığım puslu düşüncelerim dolanıp duruyordu. Çevremi ise tüm ruhuma yorgunluk hissi veren gri bulutlar sarmıştı. Yüzümde farkında olmadan yer edinmiş buruk bir tebessümle yağan yağmurun etkisiyle çamurlaşmış, ayağımla eşelediğim toprağı incelemeye başladım. Her gün binlerce insanı kabul ediyordu bu topraklar. Her gün litrelerce kan akıyor, onları da yutmaya çalışıyordu.
Tam iki ay olmuştu. İki aydır bir savaşın içindeydik. Ben buraya geleli, bu atmosferi göreli ise bir hafta olmuştu. Kimlerle ne için savaştığımızı bile bu bir hafta içinde anlayamamış, olan biteni algılamaya çalışıyordum. Her gün bir sürü insan ölüyor, savaşın kanunu gereği ölmeye de devam ediyordu. Peki kim için ölüyordu bu kadar insan ya da bir sürü cana mal olacak ne için savaşıyorlardı?
Eşelediğim toprağa baktım. Savaşta olduğumdan dolayı ilk anda derin bir çukuru, çukurdan öte mezarı çağrıştırıyordu. Lakin eşelenmiş toprak bana bir hafta öncesinde, yani buraya gelmeden önce, hep köstebekleri çağrıştırırdı.
Başımı iki yana sallayarak yürümeye başladım. Ruh halimde buraya geldiğimden beri değişiklikler hatta tuhaf değişiklikler oluyordu. Böyle bir ortamda değişimlerin olmaması tuhaf olurdu zaten. Hastane çadırlarının yanından geçerken duyduğum acı dolu inlemeler, çığlıklar bir haftadan beri boğazımda yer edinen yumrunun büyümesine neden oluyordu. Her şey öyle zor öyle acı ve dehşet doluydu ki ilk günlerimde kusuyordum. Kamp alanının birkaç metre ilerisinde yaşanan kanlı mücadelenin eserlerini görmek bana hiç iyi gelmemişti. Kimseye belli etmeden, onların benden daha berbat bir vaziyette olduklarını bilmeme rağmen gizli gizli yaşıyordum içimdeki kasveti.
Yirmi bir yaşındaydım. Ve bir hafta önce buraya gelmiştim. Hastane çadırlarında yatan yaralıların çoğu on sekizine bile girmemişti. Ve iki aydır savaşın içindeydiler. Onlara göre şanslı sayılırdım.
Kamp alanına kadar ulaşan kanın kendine has, metalik kokusu midemden yukarı yakıcı sıvının yükselmesine neden oluyordu. Savaş alanlarında tecrübem olmasına rağmen bazı şeylere hala alışamamıştım. Zira, bunda daha önce bu kadar kan dökülen bir savaşta bulunmamamın etkisi de olmalıydı.
Çadırların bulunduğu yerin zıttı yönüne, ağaçları çoğunlukta olduğu yere doğru yürümeye devam ettim. Birkaç asker toplanmış, sırtları bana dönük bir şekilde yüksek sesle konuşuyorlardı. Ne hakkında konuştuklarını parça parça duyduğum için anlayamadım. Onlara doğru usulca ilerlerken ayakkabıma yapışan çamurlar yüzünden suratım değişik ifadelere bürünüyordu. Zira çamurlar, ayakkabıma yapıştığı için yürürken kaymama sebebiyet veriyordu.
"Asker!" diye onlara seslendiğimde hepsi önce bana döndü sonra da şaşkınlıkla bakmaya başladılar. Bir şeyin etrafında halka oluşturmuşlar, onu inceliyorlardı. "Ne oluyor?"
"Teğmen. Birisi var burada." dedi içlerinde en uzun olanı. "Bir şeyler söylüyor lakin söylediklerinden hiçbir şey anlamıyoruz. Aksanı berbat." diye devam etti yüzünü buruşturarak.
Meraktan dolayı hızlandırdığım adımlarımla saniyeler içinde yanlarına ulaşmıştım. Bedenleriyle oluşturdukları halkayı ortasından bozup içine aldıkları üniforması bulunmayan bedene kaşlarımı çatarak bakmaya başladım. Başını öne eğdiği için yüzünü göremiyordum. Fakat dağılmış kahverengi saçları, yırtılmış gömleği ve pantolonuyla kafamda ne olup da buraya geldiğine dair türlü şeyler canlandırmaya başlayacaktım, ta ki başını kaldırıp gözlerini benimkilerle buluşturana kadar.
Mavi gözlerini görmemle bir anda irkildim. İçimden öyle bir titreme geçti ki bir hastalığın nöbetini geçiriyormuşum sandım. Gözlerine ilk baktığım vakit, hastalandım sandım. Öyle bir bakıyordu ki sanki günlerdir göremediğim mavi gökyüzünü gözlerine hapsetmişti. Bir haftada hasreti olduğum gökyüzünü gözlerinde bulmuştum sanki.
"Kimsin sen?" Dudaklarımdan sadece bu iki kelime çıkmıştı, düşündüğüm onca şeyin aksine. Ciddiyetle kurduğum cümleme cevap olarak gülümsemesini bahşetti. Gözlerinden sonra iki yanı hafifçe kıvrılmış dudaklarıyla nöbet geçiriyor gibi bir titreme esir aldı bedenimi.
"Ahmet. Ahmet Umut." diye fısıldadı, gülümsemesi yavaşça sönerken. Yabancısı olarak duyduğum ismi tekrarlamaya çalıştım ona ismiyle hitap ederken mahcup olmamak için. Lakin söylemesi o kadar zordu ki. Ne demişti az önce?
"Umut. Benim adım Umut. Kayboldum." derken bir yandan da elleriyle kendini işaret ediyordu. Yarım yamalak, bozuk aksanlı İngilizcesiyle konuştuğunda ona güldüğümü görmemesi için başımı eğmek zorunda kalmıştım. Konuşması komik gelmişti fakat aynı zamanda biraz sevimliydi. Tıpkı dilini yeni öğrenen küçük bir çocuk gibi.
"Üzerine baktınız mı?" dedim, yüzümdeki gülümsemeyi silip eğdiğim kafamı kaldırarak. Ciddi bir ifade yerleştirip bakışlarımı herhangi bir askere çevirdim. Ona bakmaya devam ettiğimde cevabı da ondan işitmeyi bekliyordum.
"Aradık. Hiçbir şey yoktu." Başımı aşağı yukarı sallayarak onayladığımı belirtmek istedim. Askerin hala bana baktığını gördüğümde ben de ona sorarcasına baktım. Lakin o da bana sorarcasına bakıyordu.
"Ne yapacağız efendim?"
"Çadırıma götürün." Onunla birebir konuşup neler olduğunu soracaktım. Neden buraya geldiğini, neden üzerinin böyle perişan olduğunu soracaktım. Bir nevi sorguya çekecektim onu. Düşman askeriydi sonuçta.
Askerler, onaylayarak yerdeki bedeni kaldırdılar. Ellerini arkasında birleştirip kumaş parçasıyla bağladılar. Mavi gözlerini, derin bakışlarını üzerimde hissediyordum. Lakin bilerek bakmadım. Günlerdir kasvetli havanın hakim olduğu yerde o berrak gözlere bakıp bir gün mavi gökyüzünü görebileceğim umuduna kapılmak istemedim.
Yanımdan geçip giderlerken bakışlarımı herhangi bir yere sabitleyip oraya bakmaya devam ettim.
Savaşın ne getireceği belli olmazdı. Bir ceset getirebilirdi. Hiç beklemediğiniz bir anda ceset yerine yaşayan bir insanı da getirebilirdi. Onun yanı sıra hiç beklemediğiniz bir anda umut da getirebilirdi. Tıpkı bize getirdiği gibi.
--
Umut ismi kullanılıyor muydu o dönemlerde bilmiyorum ama bence kullanılıyordur.
Heyecanlıyım bu hikayeyi yazdığım için. Umarım diğerleri gibi devam ettirememekten kaldırmam.
Umarım beğenmişsinizdir.💚
Şimdik, şuraya açıklama bırakayım. Umut Türk askeri, düşmanın cephesine esir düşüyor. Yani anlatıcımız Teğmen İngiliz.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UMUT |bxb|
Teen FictionTamamlandı! Düzenleniyor. --- "Gökyüzünü sorsalar gözlerinin güzelliğini anlatırım." --- Gelin sizi 1915'e götüreyim. Ellerinize silahlar yerine papatyalar yerleştireyim. Eşcinsel konulu hikayedir. Homofobikler bi gıdım yanaşmayın.