Müdür Yardımcısı Jung onları limanda karşıladı. Onun konumundaki biri için genç sayılırdı. Kahve saçları uzun kesilmişti. Hareketlerinde, uzun boylu ve zayıf birinin zarafeti vardı.
Bay Jung'un yanında duran hastabakıcıların çoğu avrupadandı. Asyalı olan hastabakıcılarının suratı
çökmüştü. Sanki bebekken yeterince
beslenmemişler de bodur ve ilgiye muhtaç bir halde öylece kalmış gibiydiler.
Beyaz gömlekli, beyaz pantolonlu
hastabakıcılar düzgün bir sırayla yürüyordu.Tae'yle Jungkook'a hiç bakmadılar. Aslında hiçbir şeye bakmıyor, limandan tekneye doğru ilerleyip teknedeki yükün boşaltılmasını bekliyorlardı. Bay Jung'un isteği üzerine Tae ve Jungkook ona kimliklerini gösterdi. Bay Jung uzun uzun kimliklere ve ajanların yüzlerine gözlerini kısarak baktı.
"Daha önce ajan kimliği gördüğümü
sanmıyorum." dedi."Şimdi iki tane birden görmüş oldun," dedi Jungkook."Bugün şanslı günündesin."
Bay Jung, Jungkook'a tembel tembel gülümsedi ve kimlikleri geri verdi.
Plaj son günlerde denizden okkalı bir dayak yemiş gibi görünüyordu. Deniz kabukları, sürüklenmiş tahta parçaları, leş yiyen hayvanlar tarafından yarı yarıya yenmiş ölü balıklar etrafa saçılmıştı. Tae çöplerin iç taraftan buraya kadar sürüklendiğini farketti; teneke kutular, ıslanmış kâğıt tomarları, orman sınırı için hazırlanmış ve güneşten numaraları silinmiş bej
renkli bir plaka... Ağaçların çoğu ince çam ve akçaağaç cinsiydi. Tae ağaçların arasından baktığında, tepenin hemen üstündeki birkaç binayı görebiliyordu.Jimin güneşlenmeyi severdi, büyük olasılıkla buraya da bayılırdı. Ama kesintisiz okyanus esintisini hisseden Tae, denizin aslında böyle yaparak onları uyardığını, her an saldırabileceğini ve sahildekileri içine çekebileceğini biliyordu.
Hastabakıcılar, postalar ve içinde tıbbi gereçlerin yer aldığı çantalarla limandan geri döndü, onları el arabasına yükledi. Bay Jung teslim aldığı malzemeler için imza attı ve defteri teknedeki askerlerden birine teslim etti. "Gitme vaktimiz geldi," dedi asker. Bay Jung güneşte gözlerini kırpıştırdı. "Fırtına," dedi nöbetçi, "kim bilir ne kadar zarar
verecek." Bay Jung başıyla onayladı."Buradan gitmek istersek sizinle temasa geçeriz," dedi Tae.
Nöbetçi başıyla onayladı. "Fırtına," dedi yeniden.
"Tabii, tabii," dedi Jungkook. "Bunu aklımızda tutacağız."
_________
Bay Jung, ağaçların arasından usulca dikleşen patikada onlara rehberlik etti. Ağaçları geçince yolun iki yanında uzanan kaldırımları gördüler.
Tae, sağında ve solundaki evleri farketti. Soldaki kestane rengi, siyah işlemeli, Victoria tarzı ev, içlerinde en sade olanıydı. Nöbetçilerin bir kısmı burada kalıyor olmalıydı. Sağda kalan Tudor yapısı ise şatoya benzer haliyle kendi küçük tepesine hükmediyordu.
Dik ve yaban otlarıyla dolu yokuşu çıktılar. İlerledikçe bitki örtüsü yumuşadı ve daha yeşil bir hal aldı. Yukarı çıktıkça çimenlerin boyu
kısaldı, sonunda birkaç yüz metrekareye yayılan tipik bir çim alanla karşılaştılar. Çimler, adayla beraber kıvrılan, turuncu tuğladan yapılma bir duvarda son buluyordu. Duvar üç metreden biraz yüksekti. Üzeri tek sıra tel kabloyla
örtülmüştü. Tae birdenbire duvarın diğer tarafındaki insanlara acıdı. İçeridekiler bu ince teli görüyor ve dış dünyanın onları nasıl da ısrarla içeride tutmak istediğini hissediyor
olmalıydı. Duvarın hemen dışında, başları öne eğik, araziyi gözleyen, lacivert üniformalı bazı adamlar gördü.
"Bir akıl hastanesinde askeri muhafızlar. Kusura bakmayın ama bu tuhaf bir görüntü Bay Jung," dedi Jungkook.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
SHUTTER † TaeKook
Romance"Hayır," dedi Jungkook başını geriye doğru eğip kızarık gözlerini kısarak Tae'ye gülümsedi."Biz bunun için fazla zekiyiz." "Evet," dedi Tae. "Öyleyiz, değil mi?"