(medyada bölümde çalan şarkı var.)
"Günümüz"
Bu ay üçüncü kez aynı şarkının ritmiyle uyandım. Yandaki her kimse taşınalı zaten üç gün olmuştu, fakat her sabah inatla aynı şarkıyı aynı saatte açmaktan ve beni uykumdan etmekten vazgeçmiyordu. Yüzüme yayılmış karmakarışık saçlarımı ellerimle kurcaladıktan sonra gözlerimi ovuşturdum.
Belki vazgeçerdi? Belki, şimdi, şu an müziği kapatırdı? Her şey için çok geç değildi, hala uyuyabilirdim.
Bir...
İki...
Üç...
"Why won't you ever say what you wanna say..."
Gözlerimi tavana diktim. Şehirde milyonlarca ev olmasına rağmen sabahın sekizinde bangır bangır müzik çalan komşu tiplemesi tabii ki bana denk gelmeliydi.
"Maybe one day you'll call me and tell me that you're sorry too..."
Parmağımla sağ kolumdaki izin üzerinden geçtim. İyileşeli yıllar olmuştu ama nedense her dokunduğumda acısını hissedebiliyordum.
Yorganı tekmeleyerek yataktan bacaklarımı sarkıttım. Kaslarım ağrıyordu, daha çok spor yapmalıydım. Duvardaki saate bakmaya zahmet etmeyecektim, çünkü yandaki düşüncesiz öküz bu şarkıyı çaldığına göre saat sekiz olmalıydı.
Saklandığım bu ufak delikte zaman çok yavaş akıyordu. En azından öğleden sonraya kadar uyursam, güneş daha çabuk batıyordu ve geceyse, sabaha kadar uyanık kalabilirdim. Geceleri daha huzurlu oluyordu. Mesela izlediğim filmler geceleri daha derindi, okuduğum kitaplar geceleri daha anlamlıydı. Hangi kitap olursa olsun her kelime gecenin sessizliğiyle beni içine çekiyordu. Yaşadığım gerçeklikten kitaplar sayesinde kaçınmayı öğrenmiştim. Ama lanet olası sabahın sekizinde melankolik bir şarkıyla böyle bir sabaha uyandığımda yaşamak istediğim hayatı pek yaşayamıyordum değil mi?
Kafamı çevirip yatağımın yanında duran duvara baktım ve ne yaptığımı fark etmeden burnumu kırıştırıp duvara dil çıkardım. Belki de yatağımı başka bir yere taşımalıydım.
Dış kapının sağında ihtiyaçlarımı fazlasıyla karşılayan minik bir buzdolabı vardı. Onun yanındaki minik mutfak tezgâhında dün gece yıkadığım bulaşıklar vardı. Bulaşıklar dediğime bakmayın, bu odanın içindeki her şey tek kişilikti. Tek bir bardak, tek bir tabak, tek bir kâse... Ne anlatmak istediğimi anladınız. L biçiminde olan mutfak bölümünün sonunda duvara monteli minik bir masa ve tek bir bar taburesi vardı.
Pencerenin önüne bir çalışma masası koymuştum ve üstünde sadece film izlemek için kullandığım diz üstü bilgisayarım vardı. Bilgisayarımı ya da internet bağlantımı insanlarla iletişime geçmek için kullanmıyordum.
İlk bir yıl içinde herkes benimle iletişime geçmeye çalışmaktan vazgeçmişti zaten. Uzun zamandır bankalar dışında arayanım olmamıştı. Ama şikâyetçi değildim.
Eskiden sosyaldim, yani Sıla'nın gölgesinde ne kadar olabilirse. Lisede annemle kavgalarımızın çoğu nasıl da hiç eve uğramadığım, nasıl da evi sadece otel gibi kullandığım üzerineydi. Şimdi geriye dönüp baktığımda gerçekten de öyleydi. Evi bir otel gibi kullanmıştım.
Kendimi izole etmeme en çok direnen Elif olmuştu. Beraber büyüdüğüm ve en yakın arkadaşım sıfatıyla ortada dolanan Sıla'nın aksine tam bir yıl boyunca bana ulaşmaya çalışmıştı. Sonunda o da vazgeçti.
Sıla'ya gelince.
Derin bir nefes alıp irkildim. Ne zaman aklıma gelse tüylerim diken diken oluyordu. Kendisi çağımızın standartlarına göre muhteşem güzel denebilecek kızlardan biriydi. Sıla'nın annesi, annemin insan kaynakları müdürü olarak çalıştığı şirkette halkla ilişkilere bakıyordu. İkisi de bekâr annelerdi ve arkadaşlardı. Böylece bizim de arkadaş olmamız kaçınılmazdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İki Hayalet (Tamamlandı)
General Fiction25.03.2019 Derin 25 yaşında hayatta yaşanabilecek en zor şeyleri yaşamış ve ölmemiş olsa bile yaşamını tamamen bitme noktasına getirmiş bir kadındır. Yan dairesine taşınan yeni bir yabancı ise 3 yılda kurduğu düzeni tamamen değiştirecektir. Yazar No...