•Ay•

6.5K 201 178
                                    


"Hayat hatıradır, unutursan ölürsün."

Pas içinde kalmış ruhlar ve mürekkep renginde, yaradan sızan kanımla yazıyorum bu mektubu sana;
Gecenin siyahlığı mı üzerimizde yoksa biz mi kendimizi boyadık bu renge?
Tüm ruhumla hissettiğim bu acı beni yaşamaktan alıkoyuyor ve dünya daha çok yaşayamayacağım bir yer haline geliyor.
Zindandan farksız, ölü kokusuyla kaplı bir yer... Kötülük kolkanat geziyor bu diyarda.
Peki sen?
Söylesene Ölüm Tanrısı, iyi misin yoksa kötü mü?
Sen, gerçekten ben olduğum kadar mı varsın?
Yoksa yaşam olduğu kadar mı?
Dolunay, lütfen benim için Gecenin Tanrıçasına bir mesajımı ilet; ona ihtiyacım olduğunu söyle, onu her şeyden daha çok görmek istediğimi bildir. Yaşamın verdiği acıyı her zerrende hissettiğimi söyle.
Doğdu, büyüdü, hayata tutunmaya çalıştı, çok denedi, yapamadı, başaramayıp öldü de. Daha da yaşayamıyor olduğumu, ruhumdaki acıların izlerini taşıyamadığını söyle, yalvarırım!
Bir Romeo beklemediğimi, ölüme olan arzumun, aşkın ötesine gittiğini anlat ona, ölümü nasıl beklediğimi söyle.
Neyin iyi neyin kötü olduğunu anlayamamış de, lütfen.
Benim bir dolunay vakti, oğlu Thanatos'u beklediğimi bilsin.
Bir gece vakti, ölümü nasıl beklediğimi, deli gibi merak ettiğimi söyle.
Ruhumun serzenişlerini dinlet, acısını hissettir. Beni anlamasını sağla ve
bu yerde nasıl can çekiştiğimden bahset. "Ruhu paslı birinin sana ihtiyacı var." de. Bunu boğazına kadar dolmuş suda, çırpınıyormuş gibi söyle. Benim gibi sanki ölümün pençeleri arasında kalmışsın gibi. "Kurtarman gerek yoksa o kirli bir yerde öldürülecek." diye ekle.

Gri telefonumun alarmı çaldığı andan itibaren günümün başladığını hissediyordum ki öyle de olmuştu. Rutin günlerim canımdan bıkmamı istercesine yine başlamıştı. Gözlerimi acıyla açtım ve acıyla yeniden kapattım. Güne zaten herkes gibi acıyla başlıyordum. Tamamen açmayı başardığımda, karşımdaki açık renkli duvara baktım. Ne kadar açık renkli olsalar da odanın karanlığı resmen emiyordu her şeyi. Tek pencereli odama biraz ışık giriyordu ama aydınlatmıyordu. Kalın örtümün altında biraz da olsa iyi hissediyordum fakat bu da uzun sürmedi, süremezdi. Gözümü kısa bir süreliğine etrafta gezdirdim. Her yer dağınıktı. Tıpkı zihnim gibiydi, boğucuydu. Bu yüzden gözlerimi yeniden duvara diktim. Burası ise düz ve sıkıcıydı tıpkı dışım gibi.

Ben gözünü açtığı andan itibaren düşünen insanlardandım. Hatta uykumda bile düşünüyor, asla huzur kavramını yakalayamıyordum. Hoş, artık yakalamak da istemiyordum. Pek bir şeye yeteneğim de olmadığından her zaman düşünme eğilimindeydim. Spor, müzik ve resim yapmayı da denediğim zamanlar olmuştu fakat ben asla güzel bir yer çizemez, aşk şarkıları yazamaz veya uzun süre koşamazdım.

İnsanları da pek sevmezdim. Çünkü bana düşünecek şeyleri verenler onlardı. Her hareketimi sorgulayabilirler, dalga geçip, ağzımdan çıkan her şeye şüphe içinde yaklaşıp ruhumu sıkıştırabilirlerdi. Arkamdan konuşup, yapmadığım şeyler hakkında bile yorum yapabilirlerdi. Ki bunlar sadece bana yaptıkları küçük şeylerdi ve herhangi bir sınırlama yoktu. Tüm hayatımı alabilirlerdi. Ve herhangi bir grup da değillerdi zaten bunlar. Annem, babam, okuldakiler hatta beni tanımayanlar bile bakışlarıyla bunu yapabilirlerdi.

Sanki insanların hepsinin elinde başkalarını öldürmek için silah ve bıçak verilmişti de onlar bakışlarını veya sözlerini kullanıyor gibilerdi. Ki bunlar silah ve bıçaktan daha çok yaralıyor hatta öldürebiliyordu.

21. yüzyılda işler böyle yürüyordu.

Yataktan kalktım ve soğuğun bedenime çarpmasına izir verdim. Ardından yataktan sarkıttığım bacaklarım halımla temas ettiğinde kalkıp banyoya doğru yürüdüm. Işığı açtım ardından ilerleyip kendime aynada bakma isteğiyle doldum. Büyük ela gözlerim kızarmış ve şişmişti. Kahve rengi saçlarım ise kötü gözüküyordu. Ah demek bu gün kendime çeki düzen verme günümdü. Derin bir nefes alıp yüzümü soğuk suyla yıkadım. Ardından hızla dişlerimi fırçalama bölümüne geçtim.

BİN DÜŞMANLI PRENSHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin