Julia Bhatt - marco-
Kimse bir falcıya gerçekleri duymak için gitmezdi. Bir falcıya sadece yalanları belirsizliğe tercih edenler gider, duyduklarıyla zihinlerindeki merak boşluğunu meşgul edip beklentilerine kavuştukları an ve o anları arasındaki süreyi doldururdu. İyi geçen bir iş mülakatından sonra falcıya gitmek hayat kurtarabilirdi ya da ayrılık sonrası geri dönüş ihtimallerini duymak için... Her ikisinde de tutulan o gün zafer demekti ve falcının tekinden duyduklarınız sizin o güne kadar daha az beyin fırtınasıyla beklemenize yarardı.
Bizim zaferimiz beklenen bir gün değildi. Bizimki geç gelmesi gereken bir gündü, o günle bugün arasına uzun bir ömür sığdırmaktı ve o gün, bir falcının üstü kapalı sözlerinden anlayıp zihnimizi meşgul etmek isteyeceğimiz ilk şey olamazdı.
Jongin yanımda yüzüne zorla yerleştirdiği solgun bir gülümsemeyle etrafa bakarak yürürken artık bir şeyden emindim ki, falcı görüşmeleri her hayata göre değildi. Ve ben kendi hayatım adına artık falcılardan nefret ediyordum.
Çadırı terk edip pazarın geldiğimiz tarafına doğru yol aldığımız ilk andan beri kimsenin ağzını bıçak açmamıştı. Jongin beş dakikadır sağa sola bakıp baştaki merak ve enerjisini geri yüklenmiş gibi davranarak rol yaptığını sanıyordu fakat yüzünden ne düşündüğünü anlamak güç değildi.
"Deniz kızlarına varlığına bile inanmayıp bir falcının sözleriyle yüzünün düşmesi senin hiç büyümediğini kanıtlıyor." Sonunda o pazar cıvıltısının bile geçemediği sessizlik kalkanımızı kırmaya karar vermiş ve gözlerimi onun baktığı yere çevirmiştim. Yüzünde bir tür gülümseme olabilirdi ama kalemle çizilmiş gibi duruyordu. Bana yediremeyeceğini bilse bile kendini gülümsemeye zorlaması komikti. "Sabah koca bir adamdın, şimdi on yıl geriye gittik sanki, hızına yetişemiyorum."
"Yüzüm düşmedi." O mekanik, cansız gülümsemeyle yüzünü bana çevirdi. Bir sonraki tezgaha doğru yürüyorduk, kalamar kokusu gelmeye başlamıştı. Jongin gözlerini kapatıp kokuyu içine çekti ve daha geniş gülümsedi. "Keşke her gün kurulsa ve bu pazara gelsek."
İlerideki kazandan yükselip bize doğru gelen buhar saçlarımıza karışırken Jongin başını hafifçe kaldırıp bir kez daha derin bir nefes aldı. "Evde neden böyle yemekler yemiyoruz?"
"Çünkü bunlar sokak yemekleri."
Bilmediği bir şey duymuş gibi dudak büküp kafa salladı. "Peki buna kim karar veriyor?"
İstemediği her konuyu istediği şekilde değiştirebiliyordu ve itiraf etmeliyim ki bunu hiç zorlanmadan yapabilmesi en kıskandığım yeteneklerinden biriydi.
"Bilmiyorum..." dedim gözlerim tezgahı ve etrafında kuyruk olmuş insanları tararken, Jongin ilgiyle bana bakıyordu. "Bazı şeylere her istediğimizde ulaşabiliyor olsaydık, belli anların tadına varamazdık gibi geliyor. Şimdi hava soğuk, birer pirinç kekini üfleye üfleye yerken ısınıyoruz ve o yemek bu anla bütünleşiyor. Tadı bize bu sokakları ve bu iklimi hatırlatacağı için bir anda daha güzel oluyor. Evde doymak için yiyoruz, sokakta da bu soluğa yakıştığı için. Şu kuyruktaki insanların hiçbirinin gerçekten aç olduğunu sanmıyorum. Sadece şu amcadan emin değilim." derken parmağımı hafifçe kaldırıp aynı anda başımla da işaret ederek tezgahın kenarına çömelmiş nefes almadan çubukları sıyıran adamı gösterdim. Jongin gösterdiğim yere bakınca dakikalar sonra ilk kez içtenlikle gülmüştü.
"Her şey belli anlara mı özel olmalı?" diye sordu gözlerini tekrar bana çevirdiğinde.
Kararsızca kafa sallarken biraz düşünüp, "Evet." dedim. Tezgahı çoktan geçmiştik ve ağır ağır kalabalığın arasında yürüyorduk. "İstesek de her ana yakışan bir şey bulmak zor. Süreklilik çoğu şeyi değersizleştirir."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sea Foam
FanficAma denizdeki köpükler gibiydi. Bir anda hayatımda beliren, yaşadığım her fırtınada inatla avucumda tutmaya çalıştığım, sönmesinden korktuğum, bana küçükken umudu anlattığı deniz köpükleri gibi, bizi kurtaracak o denizkızlarının nefesiyle dolu şans...