bugün sebastian ile dışarı çıkmak istiyordum, zaten pek dışarı çıkmayan biri olduğundan hava almak ona da iyi gelebilirdi. çok beklemeden hemen konuya girdim.
"bugün benimle çarşıya gelmek ister misin?"
sesimi duyduğu anda kafasını bana çevirmişti. gözleri yerden topladığı kitaplara dönüktü ama beni dinlediğini anlamıştım. kitaplarıı kenara dizdikten sonra tamamen bana dönüp cevabını verdi.
"tabi, olur."
kabul etmesi beni sevindirmişti. hazırlanacağımı söyleyip yanından ayrıldım, bu sürede o da hazırlanabilirdi ve birlikte gezmeye çıkabilirdik. mutlu mutlu ilerlerken victor ile karşılaşmıştım. beni görünce kocaman gülümsemişti.
"merhaba, tanrıçam. sizi bu kadar mutlu eden şey nedir?"
ona söyleyip söylememek arasında kalmıştım. sebastian ile dışarı çıkacağımı duyarsa üzülebilir belki sinirlenebilirdi de. öte yandan yalan söylersem ve gerçeği öğrenirse, ki bu onun için çocuk oyuncağı olurdu, daha da kötü sonuçlanabileceği için gerçeği söyledim.
"sebastian ile çarşıya gideceğiz."
gülümsemesindeki düşüş belli olsa da büyük bir tepki vermemişti. hazırlanmam gerektiği için daha fazla konuşmadan tekrar odamın yolunu tuttum. gezintimiz uzun sürebileceğinden dolayı ayakkabımı daha rahat bir şey ile değiştirdim. elbisemi bugün çok süslü seçmediğim için onu değiştirmeme gerek kalmamıştı. ayrıca öğle vakti olduğundan şapka aldım.
sebastian'a bakmak için gidecekken kapıyı açmamla sebastian'ı görmem bir olmuştu. o da üzerini değiştirmişti. daha normal kıyafetler içinde onu ilk görüşüm olmalıydı. giyimine her gün dikkat ederdi ve yalnızca kıyafetleri bile asil olduğunu bağırırlardı ama bu haliyle de çok şirin olmuştu.
krem ve aynı gözleri gibi bir altın sarısı renginin hakim olduğu bir gömlek ve siyah bir pantolon giymişti. halktan insanlara göre yine de bu giydikleri çok özel kıyafetler gibi gözükse de sebastian için aşırı normal kıyafetler olmalıydı.
elini uzatmasıyla elini sıkıca tutup sebastian'la birlikte ilerledim. tamamen yürüyerek gezecektik. fazla uzak olmadığından bir arabaya gerek yoktu. el ele yürürken az önce sebastian'ı gördüğüm an söylemek istediğim bir şeyi söyleyivermiştim.
"tian, bugün çok hoş olmuşsun... şey, her zaman hoş görünüyorsun ama bugün daha farklısın."
yanlış bir şey söylediğimi düşünüp biraz saçmalamıştım ama daha fazla konuşmadan kendimi durdurabilmiştim. bu kadar utandığım yeterliydi. sebastian küçük bir kahkaha atınca yüzüm daha kızarmıştı. şimdi benimle dalga geçecekti. yerin dibine girebilseydim her şey iyi olabilirdi ama kaderimle yüzleşmekten başka şansım yok gibiydi.
bana yandan hafifçe sarılmıştı. her an daha da kızardığımı hissediyordum.
"sen nasıl bir tanrıçasın böyle... ama biliyor musun bu hallerin seni o kadar tatlı yapıyor ki."
daha ne kadar utanabilirdim bilmiyordum ama konuşmasının ortasında kahkaha atarak gülmesi ve söyledikleri yerin dibine girme isteğimi her saniye artırıyordu. çarşıya yaklaştığımızı belli eden bir sürü ses bu konuşmamızı bitirdiği için mutluydum.
çarşı alanı hayat doluydu. saraydan baktığım zaman da burada bir sürü neşeli insan görmüştüm. etraftaki herkesin mutlu olması diğerlerini de mutlu ediyordu ve sonsuz bir döngü oluşuyordu.
ilgimi çeken tezgahlara oğru sebastian'ı sürükleyip duruyordum, o ise hiç şikayet etmeden nereye gidersem geliyordu.
bir tezgahta takılar olduğunu görmüştüm. uzaktan bile ışıldayarak beni kendilerine çekmişlerdi. yakınına geldiğimde daha da göz alıcı olduklarını görmüştüm. bir tanesine elimi uzatırken saraydaki hepsini kullanmam belki mümkün olmayacak kadar çok takılar gelmişti. bunu almak biraz saçma olabilirdi, belki de oturup o takıları incelesem daha da güzellerini görebilirdim.
elimi çekip başka bir yöne doğru adım attım ama yerimde çakılıp kalmıştım. sebastian'ın elini tutuyor olduğumdan dolayı o durduğu için ilerleyememiştim. az önce benim baktığım kolyeyi inceliyordu. satıcıyla konuşurken bir süreliğine elimi bırakmıştı ve kolyeyi alıp yanıma geldi. bir şey söylemeden kolyeyi boynuma taktıktan sonra zaman kaybetmeden tekrar elimi tutmuştu.
hava yavaştan kararıyordu. geri dönsek iyi olabilirdi. hem akşam yemeğine geç kalmak pek hoş olmayabilirdi.
"sebastian geri dönmeye ne dersin?"
soruyu sorduktan sonra kafasını sallayıp beklemeden cevabını vermişti.
"dönelim. yemeğe geç kalmayı istemeyiz."
saraya dönüş yolunda hiçbir şey olmamıştı, akşam yemeğinde de öyle. fazla sakin bir gündü. yemekten iki saat sonra hava iyice karardığı zamanda, pencereme doğru gelen bembeyaz parlak bir figür görmüştüm. gecenin karanlığında kolayca ne olduğu anlaşılabiliyordu. bu norman'ın büyüsü olmalıydı. bu sefer gönderdiği hayvan bir papağana benziyordu.
camı açıp kuşun gelmesini bekledim. geldiğinde her tarafını aradım ama bir not yok gibi gözüküyordu. kuşa yaklaşmış olduğum için konuşmaya başladığında korkup geri doğru düşmüştüm. beni düşünce kuş da hareketlenmişti ama gerçek bir kuş olmadığından ani hareketim onu da korkutup kaçırmamıştı.
"hemen, şimdi, kuleye gel. kuleye gel."
papağanın konuşma şekli beni güldürse de bir yandan norman'ın neden beni bu saatte çağırdığını düşünüyordum. henüz üzerimi değiştirmemiş olduğumdan hızlıca saraydan çıkıp kuleye doğru yol çıktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ileone
FantasíaO sabah tek yaptığım bir kitabının üstünde uykuya dalmaktı. Ileone nın üstünde. Ve yavaşça gözlerimi açtığımda gökyüzünden düşüyordum?!!! Tamam bu kötüydü ama düştüğüm yerin bir savaş alanı olması kadar değil. peki ya yanımdaki askerlerin önümde eği...