1.8

1.8K 170 12
                                    

×Okumaya başlamadan önce küçük
bir hatırlatma; bazı bölümlere şarkı ekliyorum o şarkılar ben bölümü yazarken dinlediğim şarkılar, yani onları dinlerseniz atmosferi daha iyi yakalayabilirsiniz. O yüzden mutlaka ama mutlaka dinleyin!

×Takvime uymadım ve bölüm attım çünkü neden olmasın? :D Size de oy vermek ve yorum yapmak kalıyor galiba, öhöm iyi okumalar💗

lisa

Kafeye gittim. Nick ve Jin Hee ile vedalaşmadan hiçbir yere gidemezdim bunu biliyordum ama yüzleşmekten korkuyordum. Zihnimde tasarladığım veda kelimeleri dilimin ucuna gelmeyecekti sanki, hıçkırıklarım onlarınkine karışacaktı. Hiçbir şey diyemeden terk edecektim onları. Kafenin önüne gelene kadar neler diyeceğimi düşündüm. Ancak kapıyı açıp içeri girdiğimde düşüncelerim  zihnimi tamamıyla terk etmişti. Karşımda ilk önce kafe yetkilisi Bay Jung'u görünce şaşırdım. Muhtemelen vardiyamı aksattığım için, beni azarlamaya gelmiş; bulamayınca da hırsını diğer çalışanlardan çıkarmak için normal günlerde ziyaret dahi etmediği kafeyi kontrol etme hevesine kapılmıştı.

Personel odasından çıkan Jin Hee'yi görene kadar her şey tahminimden sakin ilerliyordu. Ben öylece donakalmış, Jin Hee de şaşkın bakışlarla bir bana bir valizime bakarken bir ses yükseldi. "Bayan Manoban, ne yaptığınızın farkında mısınız?.." Bay Jung'un gözlerinde parlayan öfke elimdeki valizi görünce dindi. "Gidiyor musunuz?"

Son cümlesinin ardından Nick arka odadan çıkıp gelmişti. O da en az ikisi kadar şaşkınken yavaş adımlarla yanlarına ilerledim.

Bay Jung umrumda değildi, arkadaşlarıma döndüm. "Gitmem gerekiyor." Diyebildim sessizce. Boğazım düğümlenmişti konuşmakta zorlanıyordum.

"Şaka yapıyorsun değil mi Lili? Şaka değil mi?" Ellerini omuzlarıma yerleştirip gözlerini yüzüme dikti. "Neden böyle aniden!"

Hafifçe kafamı salladım. Konuşmak istemiyordum, konuşursam ağlardım.
Jin Hee dolu gözleriyle bir an olsun bana bakmayı kesmezken Nick'in yüzündeki hayal kırıklığı oldukça netti. "Öylece gidecek misin?"

Dudaklarımı ısırdım, konuşacak cesareti kendimde bulamıyordum.

"Temelli gitmiyorsun değil mi ama?" Dedi Jin Hee ellerini omuzlarımdan yavaşça çekerken. "Geri döneceksin öyle değil mi?"

Kafamı onu onaylarcasına hafifçe sallayıp gülümsemeye çalıştım, gözlerimden sızan yaşlara engel olamıyorken sessizce fısıldadım. "Döneceğim."

Olanları öğrenince belki dalga geçerler benimle, diye düşündüm. Ama yaptığımın onları terk etmek olmadığını anlarlar.

Ne Nick'i ne de Jin Hee'yi bu halde görmeye dayanamıyordum. Keşke vedalaşmaya gelmeseydim dedim içimden, sessiz sedasız def olup gitseydim.

*

Kafeden çıkar çıkmaz bulduğum ilk köşeye çöküp uzun uzun ağladım. O kadar şiddetli ağladım ki başım dahil olmak üzere pek çok yerim ağrımaya başlamıştı. Tüm bu olanlara inanamıyordum. Bu denli güçsüz hissettiğim için, sevdiğim insanları arkamda bırakmakta bu kadar rahat olduğum için kendimden nefret ediyordum. Onları nasıl bu kadar üzebilirdim?

Bu düşünceler içinde ayağa kalktım, her gün kullandığım bu sokaklardan belki de son kez geçiyor olduğumu bilmek acı veriyordu. Ağlamak istiyordum, sonsuza kadar hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum. Kimseyi umursamadan, ses yapmamak için uğraşmadan... haykıra haykıra ağlamak bağırmak istiyordum.

Ne oluyordu bana böyle? İçi yaşam sevinciyle dolu o kız nereye gitmişti? Yaşamayı bu kadar seven biri nasıl olur da aldığı ilk darbede yıkılırdı? Bu dünyadaki her şey göstermelik diye düşündüm öylece metroya doğru ilerlerken herkes göstermelik; her şey sahte. Gülümsemeleri, bana bakışları hatta kendisi! Gerçekten sevseydi beni, yanımda olurdu diye geçirdim içimden; beni sevseydi bu kadar çabuk çekip gider miydim buralardan? Aniden durdum, ona dair düşündüğüm her şeyi kafamdan def etmek adına başımı iki yana salladım. Nefret ediyordum böyle düşünmekten... eğer isteseydin kalırdın ama sen gitmeyi seçtin suçlu aramayı kes Lisa! Buradaki tek suçlu sensin. Pes etmeyi kendin seçtin. Seni reddetmiş olması yalnızca bir kılıf.

Gözyaşları içinde metro istasyonun merdivenlerinden inerken aklıma gelen anılarla bir anlığa durdum. O gün ona gitarını yetiştirebilmek için ne kadar çok koştuğumu hatırladım ve metro öylece giderken gördüğüm yüz ifadesini, garip dans hareketlerini, ben etkinlikte dans ederken bana olan bakışlarını, Frankenstein kostümü içindeki güler yüzünü... Burada sonsuza dek onunla kalmak isterdim. Ancak yapamazdım, hiçbir çıkar yol bulamıyordum; fazlalık hissediyordum kendimi. Eğer gidersem Hee Yoon ben olmadığım için mutlu olurdu, Nick ve Jin Hee daha fazla maaş alırdı belki, So Min bir süreliğine de olsa tek kişilik odasının keyfini sürerdi ve Jungkook sevdiği kişi her kimse onunla eğlenceli zaman geçirirdi. Bu tablo ben yokken mükemmeldi.

Kafamı yukarı kaldırıp tavan ışıklandırmalarına baktım; buradan her gün binlerce kişi geçip gidiyordu ama kaç kişi bakıyordu bu güzel ışıklara, kaç kişi bakıyordu yerdeki döşemelere? Her şey bu denli yıpranmıştı işte. Ben de yıpranmıştım.

Delikten gelen metronun uğultulu sesi kulaklarımda yankılandığında gülümsedim. Gitmeye hazırdım.

Metro geldi ve etrafımdaki tanımadığım onlarca insanla beraber içeri adım attım. O gün benim onun için buraya kadar koştuğum gibi o da gelir miydi peşimden diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Oysaki onun buradaki insanlardan hiçbir farkı yoktu. Arkadaş mıydık? Sevgili miydik? Aşık mıydık birbirimize? Hiç iki tanışıktan öte olmuş muyduk?

Ona yüklediğim anlam yüzünden gelmesini istiyordum, gelip beni durdursun. Gitme, seni seviyorum desin. İçimden salak kafam diye geçirdim, ne kadar da basit düşünüyorsun. Sen gel deyince gelmesinin ne önemi var, kendi düşünüp yanında olmadıkça? Ne önemi var kendi içinde seni sevmesinin, sana hissettirmedikçe? İnsan ruhu ne kadar basitti.

xoxo

xoxo

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
the mood ✘ liskookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin