"Duydunuz mu? Gök gürlüyor." "Duydum, duydum... Bulutlara bakın, güneyden sağanak geliyor gibi. Birkaç saat önce Plymouth'a yağıyordur. Sıra buraya geldi." "Şemsiyeniz var mı?" "Evet... Bana birkaç saniye verin de açayım. İşte, küçük biraz ama sığarız altına. Lütfen bana biraz daha yaklaşıp altına girin. Islanmayın." "Teşekkür ederim." "Çekiniyor gibi görünüyorsunuz, hasta olacaksınız, Yoongi, hava gerçekten hiç hayırlı uğurlu değil." "Sağolun, Namjoon. Böyle iyiyim. Sizi biraz daha sıkıştırırsam siz dışarıda kalacaksınız." "Önemi yok... Şemsiyeyi tam ortada tutarsam, sadece birer kolumuzu feda etmiş oluruz."
Yoongi şemsiyenin dışında kalan omzuna baktı, paltosundan aşağı kayan birkaç damlanın önce manşetine, oradan eline, sonra parmak uçlarından aşağı dökülüşünü izledi. Sonra ıslanan paçalarına ve su birikintilerinin parlattığı ayakkabı burunlarına baktı. Buradan, bu mahallenin yağmurundan ve yamanmamış, çukurlu yollarından bir süredir uzak kalmaya çalışmıştı. Bu muhit, dükkanın ve Lyceum Tiyatrosu'nun olduğu bu muhit eninde sonunda dönmüş olduğu kürkçü dükkanından başka bir şey değildi. Şemsiyenin altında kalan omuzlarımız sürekli çarpışırken açıkta kalan kolunun ıslanışını izliyor ve "Baş edebilecek miyim?" diye düşünüyordu.
Saat altıyı on geçiyordu. Mezarlığa gidiyorduk. Bütün caddeler toprak ve çimen kokuyordu.
Yüzünün okunmadığına, kendisinin öngörülemez, okunamaz, ulaşılamaz ve anlaşılamaz biri olduğuna inancı tamdı. Kimsenin artık onu tanımadığını, hatırlamadığını düşünüyordu. Kendisini bir hayaletten farksız görüyordu, gelip geçici bir rüzgar, adını kimsenin merak etmediği seyyar bir satıcı.
Savaştan önce herkesin o çok sevdiği çellist çocuk olduğuna inanamıyordu. Bir zamanlar dünyayı ilham kaynağı bir yer olarak gördüğüne, kanının kendi içinde kaynadığına ve herkesin elini çırpa çırpa eşlik edeceği, dans edeceği müzikleri bu gezegenin hak ettiğine inanmış olduğuna.
"Yeniden inanabilir miyim?" diye düşünüyordu "Birkaç mutlu nota için hâlâ umut var mı? Herkesin önünde, o kocaman bir ova gibi serilmiş sahnede sadece Taehyung ile ben, insanların gözünün içine bakıp gülecek cesaretim var mı? Bu insanların içini yeniden ısıtabilir miyim?"
Ancak tüm bunlar ona güvenli gelmiyordu.
Eskiden herkesin ona bakıyor olmasına bayılırken, şimdi kalabalığın karşısına çıkmak değil, kalabalığı ve alkışları hayal etmek daha güvenli görünüyordu.
Evham yapıyordu.
Kim bilir, belki de biraz cesaret bulmak için bugün Kuzgun'u ziyaret etmek istemişti.
Mezarlığın önüne geldiğimizde kapıda durdu. Başımızın üstüne şemsiye tutuyor olduğum için ben de durdum. Çene kaslarının nasıl gerildiğini görüyordum. Bir süre mezarlığa baktı, bütün o mermerlere. Askerlere ayrılan bölüme baktı, mezar taşlarındaki yazıları okumak uğursuzluk getirir derlerdi, ama Yoongi okuyabildiği kadarını okudu. Derin bir nefes aldı, yoğun bir toprak kokusu burnuna doldu, önce bu kokudan dolayı genzi ferahladı ancak sonra bir mezarlıkta olduğumuzu fark etti. "Kim bilir kimin toprağının kokusunu soluyoruz." diye söylendi.
Taş duvarlar arasındaki demir parmaklıklı kapıyı iterek içeri girdim, Yoongi de huzursuz bir tavırla beni takip ediyordu. Gözlük camıma rüzgarın savurduğu ince yağmur damlaları doluşmuştu, önümü görmekte biraz zorlanıyordum. Üzerinde Kuzgun'un adı yazılı mezara ulaştığımızda şemsiyeyi Yoongi'ye uzattım "Tutar mısınız, gözlüğümü sileceğim." Başıyla onaylayıp şemsiyeyi eline aldı. Gözlüğü çıkardım ve paltonun altında kalan kazağın eteğine sildim camlarını. Silerken bulanık görünen mezar taşına baktım, okuyamasam da ne yazdığını bildiğim: Richard Rawlins 1875 - 1942 / Ağaç Terbiyecisi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Marceline " namgi
Fanfiction"What do you do, when you and him are together?" "We play cellos. We speak of music, and the beauty of what is feared. There is an abandoned sea shore we go. We dream of overseas, lie down, lie down, lie down and sleep. We eat together, mother natur...